Bülent Civanoğlu
Bülent Civanoğlu
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

AB’ye doğru ilerlerken kendini İran yolunda bulmak!

AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde “3Y” ile mücadele sözü veriyordu.

Neydi bu Y’ler?

Yasaklar, yolsuzluklar ve yoksulluk…

Tek hedef Avrupa Birliği (AB) üyeliğiydi.

Ve beklenen olmuş, 2004 yılında AB bizimle üyelik konusunda masaya oturmaya ikna edilmişti.

Ülkemi bir sevinç kaplamış, hatta havai fişeklerle kutlanmıştı.

O gün Başbakanlık uçağından inmeyen, bugün ise vebalı gibi davranılan liberal gazeteciler; iktidarın nasıl özgürlükçü olduğunu, nasıl demokrat bir duruş sergilediğini ballandıra ballandıra köşelerine taşıyorlardı.

Hatta iktidar, cezaevlerinde tek bir fikir suçlusu kalmadığı nutuklarını televizyon stüdyolarında, miting meydanlarında haykırıyordu.

Henüz Diyarbakır’a yeni bir cezaevi sözü verilmemişti.

Daha sonra yavaş yavaş medyadaki çok seslilik kısılmaya başladı.

Yasaklarla mücadele edeceğiz, diye iktidara gelenler bugün “nasıl yasaklasak, nasıl kısıtlasak, gazetecileri nasıl içeri atsak?” derdine düşmüşlerdi.

Gazetelerin seslerini kısmayı o kurumları satın alarak, içerisindeki muhalif sesleri işten atarak başaranlar, bugün bu taktiğin sosyal medyada yapılamayacağını bildikleri için hapis cezaları ve yasaklarla toplumu ve gazetecileri sindirmeye çalışıyorlar.

Asıl acı veren, bazı gazetecilerin bu yasaya destek vererek, kulislerde, “Aman ne güzel yasa yaptınız. Aman meslektaşlarımızı ne kadar güzel içeri atacaksınız!” diye kapı kapı gezmeleridir.

Bu kanun ile düşündükleri, söyledikleri ve yazdıkları için cezaevlerine girecek gazeteciler ve vatandaşlar, bu yasayı destekleyen yandaş basın mensuplarının, yasakçı siyasilere nasıl bir payanda olduklarını da elbette unutmayacaklar.

Günü geldiğinde yasakçılarla hareket ederek tüm sesleri kısmaya çalışmaları ve yaptıkları kendilerine hatırlatılacaktır.

Bu kişilere ‘2010 Referandumu‘nda ‘yetmez ama evet’ diye ekranlardan, köşelerden bağıran liberal gazetecileri örnek almamalarını öneririm. O liberallerin kullanıldıktan sonra uçaklardan indirilerek, nasıl boş damacana gibi kapıya konulduklarını hep birlikte gördük.

Arkadaşımız Yasemin Güler, dünkü köşe yazısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın 20 yıl önceki basına bakış açısını anlattığı bir anısını paylaştı. Yasemin’in yazısını okuyunca aklıma İran geldi.

Kadınlar İran’da 3 haftadır zorunlu başörtüsü uygulaması ve ahlak polislerinin sert müdahalesine uğradıkları için sokaklardalar. Bazı şehirlerde polis karakollarının yakıldığını, gösterilere liseli kızların da katıldığını, ders kitaplarından Humeyni’nin resimlerinin toplu olarak öğrenciler tarafından yırtılarak okul bahçesine saçıldığı görüntüleri izliyoruz.

Peki İran’da ne oldu da bir anda kadınların başını çektiği gösteriler başladı?

3 hafta önce başını yasalar çerçevesinde örtmediği için 22 yaşındaki Mahsa Amini gözaltına alındı. Genç kız götürüldüğü karakolda yaşadığı baskı yüzünden beyin kanaması geçirerek hayatını kaybetti.

Karakolda beyin kanaması geçirip ölen kızın haberini tüm dünyaya duyuran gazeteci Nilufar Hamidi de gözaltına alındı. Akıbeti ne olacak biliyor musunuz? Siyonizm ve Amerika uşaklığı yaptığı iddiası ile vatan hainliğinden asılacak.

Ve İran, ülkedeki internet ağını tamamen keserek, yaşanan olayları ve katliamları gizlemeye, ülkesinden haber alınmaması için elinden geleni yapmaya çalışıyor.

Bu sırada 16 yaşındaki lise öğrencisi, kız çocuğu Nika Shakarami de rejim karşıtı gösterilerde gözaltına alındı.

1 hafta sonra ailesine karakolda düşerek öldüğü söylendi. Ailesine cesedi gösterilmedi bile.

Polis tarafından apar topar gömüldü. O gencecik kız o gün 17 yaşına basmıştı.

İran’ın engellemesine rağmen sosyal medya ve internet olmasa 16 yaşında bir kız çocuğunun karakolda 1 hafta boyunca işkence görerek katledilmesini duyamayacaktık mesela.

Bir örnek daha vereyim:

12 Eylül 1980 tarihinde sosyal medya olsaydı Kenan Evren ve cuntası bu kadar genci asabilir miydi? Binlerce genci işkencehanelerden geçirebilir miydi?

O çocukların aileleri ve vicdan sahibi insanlar seslerini dünyaya duyurup gençleri faşist cuntanın insafına bırakmayabilirlerdi.

Dedim ya, Yasemin Güler’in anısı bana İran’ı hatırlattı diye.

Yıl 2015’ti. İran’ın eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad Bursa’ya geldi.

Bugün Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı olan Fatih Erbakan tarafından şehir girişinde karşılandı. Ben de o dönem Doğan Haber Ajansı muhabiri olarak İran’ın eski Cumhurbaşkanını adım adım izliyordum. Bursa’ya gelir gelmez Ahmedinejad Ulu Camii’ye girdi. Biz kapıda beklerken bir polis müdürü beni kenara çekti ve Ahmedinejad’ın İpekçilik Caddesi‘nde bir eve gideceğini, ziyaretin gizli tutulacağını, o evin Humeyni’nin sürgündeyken Bursa’da kaldığı yer olduğunu söyledi.

Şaşırmıştım. Çünkü herkes gibi o evin Çekirge semtinde olduğunu ve bugün üzerinde apartman bulunduğunu sanıyordum.

Yine de araca atladığım gibi söylenen yerde soluğu aldım. Ama içimde şüpheler de vardı. Acaba o ev miydi? Adresin önüne geldiğimde ev halkı hazırlanmış, belediye çevre temizliğini yapmış, ziyaret için her şey tastamam Ahmedinejad’ı bekliyordu.

Ben atlatma haber yapacağımı umarken, Ahmedinejad ve beraberindekiler çok geçmeden konvoy halinde evin önüne geldiler. Peşlerinde İran’dan, Bursa’dan, İstanbul’dan gelen bir gazeteci ordusu vardı.

Atlatma haber yapma heyecanının yerini hayal kırıklığı aldı. Ahmedinejad içeri girdi. İkram edilen kahveyi içti. Evi gezdi. Bu sırada bazı İranlı gazetecilerin ve diplomatların evin duvarlarını ve kapısını öptüklerini görünce şaşırmak yerine içime bir tiksinti duygusu geldi.

Eski Cumhurbaşkanı evden çıktı, gazetecilerle bahçede bulunan bir ağacın altında hatıra fotoğrafı çektirirken, iki kişi gazetecilerin arasından sıyrıldı.

BBC muhabiri ve kameramanı olan bu meslektaşlarımız Ahmedinejad’a Farsça bir soru sordular. O da Farsça yanıt verdi. Kısa süren röportaj sonrası evin bahçesinden herkes ayrılmaya başladı.

Bu sırada yakasında İran bayrağı rozeti olan 25 yaşlarında İranlı bir polis soluk soluğa bizim Güvenlik Şube polislerimizin yanına gitti.

O genç İranlı polis, BBC ekibini göstererek ve Türkçe olarak, “Siyasi demeç aldılar, hemen bu kişileri alın ve kasetleri getirin” şeklinde bir emir cümlesi kurdu.

Bizim polisimiz de emir cümlesinden bozulmuş olacak ki “Salak mısın lan sen? Burası Türkiye, İran mı? Gazetecinin kaseti alınır mı? S……git” dedi.

İranlı kuyruğunu kıstırıp yarım ağızla “İran’da olsak gösterirdim size” deyince bizim polisimiz burada yazamayacağım daha sert bir yanıt verdi. İranlı polis başı önde araca binerek konvoy ile uzaklaştı.

İşte bu yasa için kapı kapı gezen gazeteciler Türkiye’de basın özgürlüğünün tamamen yok edilip İran gibi yapılmak istendiğinin farkında bile olmayan insanlardır.

O kasetlerin polis tarafından alınmaması, toplumun haber alma özgürlüğü için bu yasaya herkesin ‘hayır’ demesi gerekli. Dezenformasyon yasasını çıkarmak için canla başla çalışan Cumhur İttifakı‘na sesleniyorum:

Ya seçim sonrası kendinizi muhalefette bulursanız?

Sizin içerisinde demeçlerinizin, eleştirilerinizin bulunduğu kasetler polis tarafından alınırsa kime dert yanacaksınız?

Size o zaman ‘Kendim ettim kendim buldum‘ türküsünü söylemek mi düşecek?

Avrupa Birliği için çıkılan yolun sonu İran mı olacak?

HABERLER