İkinci Dünya Savaşı bitmişti…
İngiliz, ABD ve Alman bombardımanı ile harabeye dönen Avrupa’nın yeniden inşası başlamıştı. İlk adım olarak savaştan zarar görmüş halkların gıda ihtiyaçlarının karşılanması gündeme gelmişti.
ABD, Marshall Planı dahilinde hemen Avrupa’ya gıda yardımına başlamıştı. ABD’den tahıl koridoru açılmış, okullarda Amerikan malı süt tozu dağıtılmaktaydı. Türkiye bu yardımdan temkinli olarak payına düşeni alıyordu. (Gerçi ilk süt tozu limanlarımıza indiğinden beri iki yakamız bir araya gelmiyor)
İkinci olarak ABD, Avrupa ekonomisini ayağa kaldırmayı planlıyordu. İlk hedef de ikiye bölünmüş Almanya’nın batısında, yıkılan fabrikaların yenilerini inşa etmek ve hızlıca çarkların dönmesini sağlamaktı. Almanya’da fabrika binaları yıkılsa da meslek liseleri ve üniversiteler ayaktaydı. Start verildi ve Almanya, çok kısa zamanda savaşta yıkılan Avrupa’nın üretim üssü oldu.
Ama daha fazla niteliksiz iş gücü gerekiyordu. Çünkü nitelikli iş gücü madenlerde, kimya tesislerinde köle gibi saatlerce Alman işçilerinin yarı parasına çalışmazdı.
Hemen bir çözüm bulunmalıydı. 1960’ların başında Türkiye’nin kapısı çalındı. Almanya Türkiye’den vasıfsız işçileri ülkelerine çalışmak için davet etti.
Köylerde kırsalda kasabalarda yarı aç yarı tok yaşayan Türkler Almanya’nın adını duyunca işçi alım merkezlerine hücum ettiler. Almanya bize güvenmeyerek kendi personel ve doktorlarını gönderdi. İşçi alım merkezlerinde Almanlar adeta bir at alır gibi işçilerin dişlerini bile saydılar.
Sağlıklı işçileri almak için kılı kırk yarıyorlardı. Çünkü işçiler dayanılamayacak maden kimya tesislerinde, ağır iş gerektiren fabrikalarda, başını önüne eğecek sendika ve işçi haklarından falan habersiz hastalanmadan mark biriktireceklerdi.
Almanlar daha sonra günü gelince Türklerin Türkiye’de bir ev bir de iş yeri alacak sermayeyi topladıktan sonra gideceklerini hesaplıyordu. İşçi alım merkezlerinde o kuyruklara girerek kabul edilenler trenlere doldurularak günlerce süren yolculukla Almanya acı vatanın yolunu tuttular.
Köylerinde kasabalarında harcadıkları emeğin, alın terinin karşılığı için, çocukları için daha güzel bir hayat için, Anadolu’nun kavruk gençleri yollardaydı. Bir trende tık tık tık rayların sesini duyarken kafalarının içerisinde yeni bir yaşam hayalleri vardı.
Bir Mercedes almayı, köyün en güzel kızıyla evlenmeyi, iyi elbiseler giyip hiç değilse Türkiye’ye izne geldiklerinde Orhan Gencebay’ı, Ferdi Tayfur’u, Müslüm Gürses’i canlı dinlemeyi hayal ediyorlardı.
O kavruk tenli gençler acı vatanda köle gibi çalıştılar ve Almanya’da tutunabildiler. Çünkü hayalleri hayatta kalmak değil yaşamaktı. Bugün çocukları, torunları sanatçı işadamı milletvekili, doktor öğretmen gibi saygın mesleklere sahipler. Ve bu hayatı daha iyi bir yaşam için o işçi alım merkezlerinde saatlerce donla bekletilen dedelerine ve babalarına borçlular.
Bugün Türkiye ye geldiklerinde 1000 Euro bozdurup gönüllerince harcıyorlar. Sokak röportajında ise Almanya’nın ne kadar kötü bir yer olduğunu anlatıyorlar. Kurulu düzenleri olmasa bir dakika durmayacaklarını, bizim kıymet bilmediğimizi cennet vatanımızın faziletlerini tembihliyorlar. Avrupa’ya gitmek için can atan, iyi eğitim görmüş Türk gençlerini o sokak röportajlarında yerden yere vuruyorlar.
Almancı kelimesinden kızan gurbetçi kardeşim, sokak röportajlarında her şeye bir cevabın var.
Peki soruyorum Alman işçilerin yarı parasına yerin altında, fabrikalarda köle gibi çalışarak Mercedes alan, daha iyi bir hayat kuran deden baban acı vatan Almanya’ya gittiği için süfli hedefler peşinde miydi?