Geçtiğimiz hafta hayırlı bir iş için Samsun‘daydım. Kaldığımız otel tam ünlü Atatürk heykelinin yanındaydı. Balkondan sabah saatlerinde o muazzam eseri seyrederek kahvemi yudumladım.
Bu eserin fotoğrafını yanılmıyorsam ilk olarak ortaokul 2’ye giderken, Milli Tarih kitabının üzerinde görmüştüm. Daha sonra Orhan Gencebay ve Hülya Koçyiğit‘in oynadığı bir filmde… Filmin kahramanları 1970’lerin Samsun’unda bu heykelin önünden geçiyorlardı.
Ve bir anda Türkiye’nin heykel ile imtihanı gözlerimin önünden geçti. Çünkü ülkemde estetik yoksunu bile diyemeyeceğim heykel terörü yaşanıyordu.
Son olarak Mersin‘de gördük. Sinan Şamil Sam‘ın heykeli o efsane boksöre değil, Ata Demirer‘in Berlin Kaplanı‘nın karikatürüne benziyordu daha çok.
Ya, onu da bırakın, belediyelerce yüz binlerce lira verilerek diktirilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan heykelleri ne öyle!
Hiç mi göz yok hiç mi izan yok!..
Bu, kötü bile diyemeyeceğim estetik yoksunluğunun sebebini kısaca anlatayım.
1923 Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye, doğudan kurtularak batıya yüzünü çevirmek için adeta bir devrim başlattı.
Bu devrimin hikayesi aslında hafta sonu seyrettiğim heykeli yapan ve ülkesinden kaçmak zorunda kalan Türkiye’yi vatanı gibi seven iki Alman’ın hikayesinde gizlidir. Bu Almanlardan biri Heinrich Krippel‘dir.
1928 yılında Samsun Valisi öncülüğünde şehir bir kampanya düzenlemiştir. Anadolu zaferini simgeleyen bir anıt dikilmesi kararlaştırılmıştır. Avusturyalı Heykeltraş Krippel’e bir anıt için sipariş verilmiştir. Bu heykel Samsun şehrinin simgesi, ünlü şaha kalkmış atının üzerinde betimlenen Atatürk heykelidir. 1931 yılında bitirilmiştir. Birkaç sanat tarihçisi eleştirse de görsel olarak muhteşem bir eserdir. Krippel, 13 muhteşem eser daha dikmiştir Türkiye’de. Bunlardan biri de Afyon Kocatepe’de bulunan “Büyük Utku” anıtıdır.
Genç Cumhuriyet sanata yurt dışından sanatçı transfer edecek kadar önem vermiştir!..
İkinci isim de Rudolp Belling‘tir. Nazilerden kaçan bu Alman, 1937’de Atatürk’ün Türkiyesi’ne sığındı.
Wikipedia’da Belling şöyle anlatılıyor.
‘Ülkesinde, Nazi rejimi tarafından eserleri harap edilmekte, eritilmekteydi. İstanbul’a giderek Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü Başkanı oldu. 1939’da oğlunu gizlice Berlin’den İstanbul’a getirdi. 1940 yılında Türkiye’deki tek anıt çalışması olan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi önündeki anıtını tamamladı. 1942’de ikinci eşi, yarı İtalyan yarı Alman Yolanda Carolina Manzin ile evlendi ve 1943 yılında kızları Elizabeth dünyaya geldi. 1952-1965 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık f-Fakültesi’nde ders verdi. Türkiye’de bulunduğu yıllarda resme ağırlık verdi, portreler yaptı. Ülkesine ancak 1956 yılında çağrılan Belling, ileri yaşına rağmen II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda çok sayıda anıtsal eser üretti ve sergi açtı. Kendisine ülkesinde çeşitli ödül ve nişanlar sunuldu. 1966 yılında, 80 yaşında iken Almanya’ya dönmeye karar verdi. Münih yakınlarındaki Krailling’e yerleşti ve 1972’de bu şehirde hayatını kaybetti. Belling’in eserleri New York, Hamburg, Viyana müzelerinde ve özel koleksiyonlarda bulunmaktadır.”
Yani bu Belling, Türkiye’de 40 sene yaşadı. Öğrenciler yetiştirdi. Bunların en önemlisi 1965 yılında iki direkli yelkenlisi Hulda’yı (o tekne bugün 116 yaşında) satın alıp orada yaşayan ve 65 yaşında ölen İlhan Koman’dır.
Yazının başında ortaokul demiştim. Beden Eğitimi en sevdiğimiz dersti. Çünkü top oynardık ve iki ders biter giderdi. Ama bazen istenmeyen durumlar da olurdu.
Bu anımı hatırlayınca hep Kemal Burkay’ın şiiri gelir aklıma:
“Kömür deposu boşaldı işte
Mamak’a sonbahar geldi”
Yine bir sonbaharda ortaokuluma odun gelmişti. Taşınması için okul idaresi öğrencilerin beden eğitimi dersini kullanırdı. Derste bizi sıraya soktular ve odun yığınından bir insan zinciri oluşturdular. Elden ele tekniği ile odunları eskinin prefabrik yapılan uçak hangarı formatında, adı “Spor Salonu”, kullanım amacı odun kömür deposu olan yere taşıyorduk. Odun deposu boşaldığı için arkada kalan eski malzemeler de görünüyordu.
Farelerin yediği toplar, kasa, minder ve atletizm malzemeleri çürümüştü. Mavi bir brandanın altında bir masa vardı. Brandayı çektim ve tamamen yok olmaya yüz tutmuş, tuşlarının yarısı kalmış piyanoyu gördüm. Hayatımda siyah beyaz seyrettiğim TRT haricinde ilk kez gördüğüm bu devasa müzik aleti çürümüş de olsa karşımdaydı. Yani Genç Cumhuriyet, küçücük bir ilçenin ortaokuluna piyano yollamıştı. Bu gün belli başlı özel okullarda bulunuyor. Piyano çürümüştü, ama bizim okulun lise kısmında hala “Sanat Tarihi” dersi müfredatta duruyordu. Ve bu dersten 6 Edebiyat A’da kalan kalanaydı.
Genç Cumhuriyet aslında şöyle tasarlamıştı:
Bir insanın sanat yeteneği yoksa bile ondan hoşlansın ve yorumlamayı bilsin. Daha sonra Türkiye’nin sanat karnesi gün ve gün zayıflarla doldu.
İlk hatırladığımız Necmettin Erbakan, 1973 yılında iktidar ortağı iken “Ah Güzel İstanbul” heykeli kriz olmuştu. Çünkü Karaköy meydanına dikilen bu heykel Türk Halkının ahlakını bozuyordu! Erbakan heykelin kaldırılmaması halinde koalisyon hükümetini bozacağını açıklamıştı.
Bugün iktidarın Saadet Partisi’ni parçalamak için “Truva atı” olarak kullandığı Oğuzhan Asiltürk, dönemin İçişleri Bakanı olarak bu gün olduğu gibi bir genelge çıkatıp heykeli Yıldız Parkı’na taşıttı. Kahraman Ecevit’in koalisyon bozulacak korkusu ile gıkı bile çıkmadı. 1973’ten beri o heykel hala sürgünde. İmamoğlu keşke o heykeli ait olduğu yere tekrar dikse.
Şimdi, ülkede bu heykel terörü niye yaşanıyor biliyor musunuz?
Ucube denilerek sanat eserlerini yıkarsanız;
Hayatını sanata adayan isimlerle değil, bütün ilçelerin girişini çatalda köfte, tatlı, zeytin diken yandaş şirket ve ajanslarla çalışırsanız;
Plastikten dinazor heykellerine 750 milyon dolar harcarsanız;
100 yıl daha Samsun Atatürk anıtı gibi bir şaheser göremezsiniz!..