Ben liseye giderken, Tarkan’ın Gypsy Kings’ten arakladığı ‘Asla Vazgeçemem’ şarkısı çok meşhurdu. O yıllarda başka bir merakım da tarihti, matematik ve fen bilgim yerlerde sürünürken tarihten hep neredeyse tam puan alırdım. O şarkıyı dinlerken, tarihin aslında vazgeçilemez adamların mezarlığı olduğunun farkına vardım.
Kendi senatosunda bıçaklanan Jul Sezar sonrası Roma’nın nasıl devam ettiğini, Büyük İskender sonrası generallerinin her birinin nasıl bir köşeye çekilerek küçük devletçikler kurduğunu gördüm. Alp Dağlarını filleri ile aşan Kartacalı Hannibal, o yolculukta şöyle demişti, ‘Ya yeni bir yol açacağız yada yeni bir yol bulacağız.’
Daha sonra Romalılardan kaçarken sığındığı küçük bir krallık Hannibal’dan vazgeçmişti.
Dünya’yı tir tir titreten tanrının kılıcı Atilla bile bir sabah uyandıklarında bu dünyadan göçmüş ama hayat her zamanki gibi devam etmişti.
Osmanlı’da bile Fatih, Yavuz ölmüş ama imparatorluk yıllarca ayakta kalabilmişti.
Napolyon; Avrupa’yı kasıp kavurmuş, Rus steplerinde kaybolup gitmişti. Ama yılmadı, sürüldüğü Elbe adasından kaçtı, Paris’e girdi. Bu vazgeçilmez şahsiyeti Waterloo’da İngilizler tarumar edince köşesine çekildi.
Fransızların bu büyük imparatorunun aslında bir İtalyan, Müslüman topraklarını yakıp yıkan İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard’ın Fransız olduğunu, tek bir kelime İngilizce dahi bilmediğini olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım.
Ama tarih sahnesinde etnik köken olarak o milletten olmayan bir sürü imparator, kral, tiran ve diktatör olduğunu çok sonra öğrenmiştim. Mesela Stalin Gürcü’ydü. Lenin sonrası koca Sovyetleri ‘demir yumruğu’ idam mangaları ve gulaglarla yönetti. O Gürcü’nün heykelleri yıkıldı paramparça edildi. Bugün yerinde yeller esiyor.
O Gürcü Stalin şöyle dedi: ‘Ben gidersem sizi emperyalistler kör köpek yavruları gibi boğarlar.’
Bir sabah Stalin’i korumaları yatağında buz gibi bulunca ne oldu?
Yerine Kruşçev geldi ve o dönemden adeta özür diledi. Sovyetler uzaya bile ABD’den önce çıktılar çünkü devlet kişi değil, sistemdi.
Bana göre Prut’ta yenemediğimiz Çar Petro o sistemi kurmuştu ve çarklar 1917 devrimi ve 2. Dünya Savaşı sonrası bile dönmüştü.
1979’da devriminden sonra Şah, kaçtıktan sonra bile İran’da sitem işlemiş ve devlet ayakta kalmıştı. Çünkü İran’ın devlet bağları kadim Pers uygarlığına kadar uzanıyordu.
Dünya tarihinde devletler insanlara değil sistemlere bağlıdırlar. Devletin bekası ve geleceği attığınız temeller kadar yaşar.
Osmanlı’dan bir örnek vereyim. Kanuni Sultan Süleyman, şair Baki’yi çok sever. Bir gün kendisini eleştirmesine kızar ve şairi Bursa’ya sürgüne yollar.
Baki, buradan sultana bir mektup yazar sonuna şu mısraları ekler: ‘Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî.’
Türkçesi şudur: ‘Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.”
Bu mısraları çok seven Sultan Süleyman, ferman yazdırarak Baki’nin sürgününü kaldırır ve İstanbul’a geri çağırır.
Benim çocukluk arkadaşım bir markette müdürdü. Bir gün patronuna gitmiş ve geçinemediğini söyleyerek zam istemiş.
Patronu; zammı yılbaşında yaptığını, ücretinde düzeltme yapamayacağını söyleyince bizimki hemen istifayı yazmış ve ‘Ağabey iyi düşün ben gidersem bu market çöker‘ demiş.
Patronu son derece sakin, ‘Oğlum bu ülkeyi Mustafa Kemal kurdu. Adam öldü buranın adı hala Türkiye Cumhuriyeti’ demiş.
Ben de heyecanlı heyecanlı sordum ‘Oğlum sonra ne oldu?’
Arkadaşım şöyle cevap verdi. ‘Ne zammı lan? Paşa paşa üç gün sonra geri döndük’ dedi.
Yani bir Fransız atasözü şöyle der, ‘Mezarlıklar vazgeçilemez adamlarla doludurlar.’