Ölülerini saklamak için kefen bezi olmayan insanlara “size ev yapacağız” demek ne kadar anlamlıysa benim depremden söz açmam da o kadar anlamlı olacak belki! Yine de okuduğum son kitapta* yazarın ikide bir “Ateş sadece düştüğü yeri yakmaz” deyişine sığınıyorum.
Aşık Veysel’in türküsündeki gibi uzun ince yollar hiç bitmeyecek zannediyordum. Çocukluğumun yeşile, yer yer laciverde ve en çok da siyaha boyalı şehrinden boz bulanık taş renkli öteki şehrine gidiyordum. Her yolculuğun büyük bir kaygı taşıdığını bilemeyecek kadar küçüktüm. Oysa direksiyondaki babam sigarasının birini söndürüp birini yakıyor, onu göz ucuyla izleyen annem sessizce iç çekiyordu. 82 model kiremit rengi Kartal’ın içindeki – benim hissetmediğim kasvetli havayı dağıtmak da babama düşüyordu. Babalar hep dimdik durmak zorundaydı çünkü!
“Hadi bir türkü söyle” diyordu babam hafifçe arkaya dönerek. “Bisiklet alacağım dersen söylerim” diyordum ama söz almadan da başlıyordum türküye.
“Alaplı’nın üstünden karga geçiyor karga, karga geçiyor karga…”
Küçük sesimin bir an olsun dağıttığı sıkıntı yağmur bulutları gibi hızla toplanmakta gecikmiyor, Kartal’ın içi bir süre sonra yeniden benim hissetmediğim ağır havayla doluyordu.
Tek şeritli yol bir dağ yamacından yukarı doğru tırmandı, tırmandı, tırmandı. Tam tepeye geldiğimizde babam Kartal’ı yolun sağına, bir çeşmenin yanına çekti. İndik, güneşin yaktığı tenimizi serinlettik, kana kana su içtik. “Artık ağaç ve yeşil arkamızda kaldı, bundan sonra bozkır var” dedi babam, “çok özleyeceksiniz.”
Sonra suskun saatler geçirdik uzayıp giden. Şehirler geçtik, dizi dizi köyler, kasabalar ve yeniden şehirler. Yeşili bir vaha kadar az ve kıymetli, boz bulanık taş şehirler. Güneş tüm kızıllığıyla bir gölün yüzeyine vurduğunda “Artık geldik sayılır” dedi babam.
Zonguldak nere Adıyaman nereydi!
Yer küreyi ardı ardına sarsan depremlerin ardından Norm Haber’de yaptığımız yayınlarda canlı bağlantı sağlayabildiğimiz noktalardan biriydi Adıyaman. Felaketin ancak 3. gününde.
Meslektaşım diyordu ki “Adıyaman, Maraş ve Hatay’dan sonra en çok yıkımın olduğu şehir. Ama Türkiye bunu bir türlü görmedi, göremiyor. Binlerce insanımız hala enkaz altında.”
Kamera karşısında boynumu büküp kaldığımı, boğazımın düğüm düğüm olduğunu, gözlerime artık söz geçiremediğimi hatırlıyorum.
Meslektaşımın kesik kesik gelen sesi ve kısa sözleri beynimin içinde dönüp duruyordu.
“Adıyaman, Maraş ve Hatay’dan sonra en çok yıkımın olduğu şehir.
“Türkiye Adıyaman’ı bir türlü görmedi, göremiyor.
“Binlerce insanımız hala enkaz altında.
Binlerce insan…
İlkokulum Adıyaman’ın il olduğu gün demekti: Bir Aralık İlkokulu. Öğretmenim Mustafa Alan’dı. Uzun boylu, zayıf, yağız bir adamdı. Güneş vurduğunda ütüsü parlayan siyah bir takım elbise giyerdi. İnce desenli bordo bir kravat takardı. Mevsim kışsa beyaz gömleğinin üzerinde kahverengi el örmesi süveteri olurdu. Masasına çok az oturur, dersi tahta başında tane tane anlatırdı. Sayıları severdi, çok iyi resim çizerdi. Bana Türkçenin inceliklerini öğreten bir Kürt öğretmendi. Uzun ince parmaklarıyla yanağımızı okşadığında sarma sigarasından ellerine sinen tütün kokusu gelirdi burnumuza. Adıyaman tütününün.
Öğretmenim de yaşamış mıydı bu felaketi?
Sonra çoğunun adını unuttuğum ama bir ikisi nasılsa hala hatrımda kalan sınıf arkadaşlarım!
Bazen Korhan Benli gelirdi bizim eve, bazen ben onlara giderdim. Birlikte ders çalışırdık çoğunlukla. Korhan’la arada bir babasının bijuteri dükkânına da giderdik. Ağır demir kapı açılıp kapandıkça cam raflar sallanır ama çeşit çeşit incik boncuk öylece dururdu.
Süleyman Doğa vardı sonra. Şehrin içinde toprak damlı bir evde otururlardı. Adıyaman’da çoğu ev böyle toprak damlıydı zaten. Hayır hayır, sadece köylerinde değil şehirde de çoktu toprak damlı evler. Yağmur yağdığında evin babası dama çıkar, loğ taşıyla toprağı sıkıştırırdı.
Oturakçı Pazarı’na da ilk kez Süleyman’la gitmiştik. Topaç almaya. Adıyaman biraz da Oturakçı Pazarı demekti bana kalırsa. Dar sokaklarda küçücük dükkanlar, dükkanların tavanlarından sarkan halı, kilim, cicim** ve heybeler, vitrinleri süsleyen bakır ve hasır el işleri, Besni üzümünden pestil, fıstıklı muska, envai çeşit kokularıyla baharat çuvalları… Küçük benliğimin sık sık beni bu otantik çarşıya götürmesinden belliydi sonradan nostaljik bir adam olup çıkacağım!
Bir de Sedat ile Serap kalmış aklımda. Soyadlarını hatırlamıyorum. Sınıfın ikizleri. Arkadaşlarım, onlar da kaldı mı enkaz altında!
Sonra oturduğumuz mahallede, Alitaşi mahallesindeki arkadaşlarım vardı, Kel Veli’nin evinin yanındaki boş arsada top oynadığımız. Terleyip mahalle bakkalına koştuğumuz ve birbirimize Elvan gazozu ısmarladığımız ya da avuç avuç Amcabey çekirdeklerinden çitlediğimiz.
“Üç gündür fırınlar açılamıyor, ekmek yoktur, su da” diyor meslektaşım canlı yayında.
Güneydoğu’nun zengin mutfak kültürüne alışması hayli güç olan bir çocuğun hatrında neler kalabilir ki!
Ağabeyimle birlikte bugünün 5 lirası olan 50 liraya üç kavun birden alıp eve sevine sevine dönmemiz mi? Patlıcan ve biberlerin ipe dizilip kurutulması? Marulun salata yapılmayıp tarlasında, göbeklisi 10’a göbeksizi 5’e satılması mı? Nohut çıktığında insanların sokaklarda ellerinde yemyeşil demetlerle dolaşması mı? İlk kez tattığım lahmacunun harcının evde hazırlanıp yapılması için pide fırınına gönderilmesi mi? Babamın domates, biber, patlıcan, soğan ve patatesten oluşan ve yine pide fırınında pişirilen yemeğe Abuzer kebabı adını vermesi mi? Ne güzel ne lezzetli olurdu o kebabın yanında tırnak pidesi!
Oysa Adıyaman’da üç gündür fırınlar açılmıyordu ve ekmek yoktu ve su da!
Adıyaman’da su buz gibi akardı çeşmeden. Tam 40 kilometre öteden Damdırmaz köyünden, Gürlevik’ten gelirdi su. Babam ve can arkadaşı Kamber Amca ile gitmiştik Gürlevik’e. Hatırladığım o güçlü suyun önünde hiçbir şeyin duramayacağıydı.
Babam ve Kamber Amca uzun yıllar koparmamışlardı bağlarını. İkisi de bu büyük felaketten yıllar önce göçmüşlerdi toprağa. Benim ise Adıyaman ile tek bağım Şükrü Ağabey kalmıştı. Kamber Amca’nın oğlu. Ben ona ulaşamıyordum ama o beni buldu.
Depremin beşinci günüydü. Uzun uzun konuştuk. Öyle büyük bir felaketti ki hiçbir söz anlatamazdı. Öyle büyük bir çaresizlikti ki hiçbir fotoğraf karesine sığmazdı. Öyle büyük bir korkuydu ki hiçbir objektif tüm çıplaklığıyla yansıtamazdı. Öyle büyük bir acıydı ki hiçbir sarılma hafifletemezdi.
Yine de sarılmayı isterdi Adıyamanlılar yine de dokunmayı. Zaten yıllardır süren unutulmuşluğun hüznünü yüreklerinde saklarken helal mi helal bir dokunuş beklediler günlerce.
Onlar sadece bana değil tüm aileme dokunmuşlardı yıllar önce. Aşık Mahsuni’nin, Arif Sağ’ın yol arkadaşı Aşık Kamber Sarıkaya, kardeşi Molla Amca, Şükrü Ağabey, ev sahibimiz Ali Kemal Ağa, oğlu Abuzer Tanrıverdi, komşumuz Vara Vara Ayşe Teyze, kızları Gülseren ile Gülveren, Hasan Amca, Hanım Teyze, arkadaşım Ali ve ablalarımız… Bizi Adıyamanlılaştıran dostlarımız…
Yıllar önce üç koca yıl geçirdiğimiz Adıyaman’dan, yine o kiremit rengi Kartal’la bir başka şehre doğru yol alırken, arabanın içinde bu kez o kasvetli ağır hava yoktu. Benim ise dilimde bir başka türkü vardı:
“Oy aman aman burası Adıyaman.”
Zaten doksan dokuz yaresi vardı Adıyaman’ın, şimdi yüz yaresi. Ateş içindeydi Adıyaman ve o ateş yazarın söylediği gibi sadece düştüğü yeri yakmıyordu. Acısıyla düştüğü kişinin ve onu sevenlerin kalbini de kavuruyordu. Yangınıyla düştüğü yerin çevresini ve geleceğini yakıyordu.
Ama ateş karanlıkta gizlenen kötülükleri de apaçık ortaya çıkarıyordu.*
___
*Buket Uzuner, Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Ateş, Everest Yayınları, 2023
**Cicim: Ensiz olarak dokunmuş, uzun parçaların yan yana eklenmesiyle oluşan, yatak örtüsü ya da perde olarak kullanılan, nakışlı, güzel bir tür kilime verilen ad.