Sevgili Gökhan Yavuz Demir’in fikirtepemedya.com’da yayınlanan “Bülbüller, Bok Böcekleri, Mucizeler, Schopenhauer ve İnsanın Anlam Arayışı” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi “Biz ona ne kadar anlam atfetmeye çalışsak da hayatın bir anlamı yoktur.”
Hayatın anlamsızlığını kısa süre önce çok kıymet verdiğim bir yakınımı ansızın toprağa vererek tecrübe ettim. Ne var ki yine Gökhan Hoca’nın aynı yazısında dediği gibi “Hayat, evren, doğa ve bütün canlılar sadece yaşamaya devam eder, yani yaşamak ister.”
Hayat devam ediyor ve hepimiz yaşamak istiyoruz, üstelik yaşama isteğimiz çok güçlü. Yaşamak için sadece bir hayata değil bir çatıya da ihtiyacımız var. O çatı kimisi için herkesten uzak bir baraka, kimisi için bir köy, kimisi için bir şehir. Evet, yaşamak için bir şehre ihtiyacımız var. Mekânsal etkilerin akılcı tayin edildiği, zamanın ruhunu yaşatan ve toprak kullanımında ekolojik yasaların görmezden gelinmediği bir şehre…
Oysa yaşadığımız şehir uzun süredir akıldan uzak. Zamanın ruhu kimsenin umrunda değil. Doğanın yasalarını ancak bir felaketle karşılaştığımızda hatırlıyoruz. İnsan eliyle yapılan yasalar da yine insan eliyle kolaylıkla çıkarlara uygun hale getiriliyor.
Şehirlerin geleceğini etkileyecek, ekonomik, sosyal ve mekânsal yapılarını değiştirecek kararların uzun süredir ulusal ve hatta küresel düzlemlerde alındığını görüyoruz. Maalesef karar alma süreçlerinde yerel dinamikler etkili olamıyor. Kararın gücü ve etkisi büyüdükçe yerelin esamisi bile okunmuyor. Oysa şehir her şeyden önce yereldir ve yerel küreselden çok daha değerlidir. Türkiye’de bu durumun en bariz örneği İstanbul, İstanbul’da en çarpıcı örneği Kanal İstanbul olsa gerek. Bursa’nın da İstanbul’dan aşağı kalır yanı yok tabii. İznik Gölü’nü kanatan Cargill örneği ortada. Yenişehir Kirazlıyayla da öyle…
Türkiye’nin ilk kaçak organize sanayi bölgesinin kurulduğu, organize sanayilerin dibinde ama bölgeden bağımsız fabrikaların olduğu, üç beş kalantorun bir araya gelip sanayi bölgesi kurduğu, 17 organize sanayi bölgesinin yüzde 35’inin boş kaldığı, buna rağmen toprağın ısrarla sanayileştirilmeye çalışıldığı, teknolojinin de buna kılıf uydurulduğu bir şehirdir Bursa… Kısacası Bursa daha önce kendisiyle ilgili kararların kendisine danışılmadan verildiğine çok şahit oldu ve böyle giderse şahit olmaya devam edecek.
Toprak denince akıllarına sadece yeşil banknotlar gelen tayfanın bakış açısı tıpkı günün modasına uygun pantolonlarının paçaları gibidir, daracık! Bakış açıları dardır ama görüş açıları söz konusu olunca hepsi adeta birer bukalemuna dönüşür. Gözleri neredeyse 360 derecelik bir görüşle çizgi film kahramanları gibi fıldır fıldır döner. Böylece şehrin ne ortası kalır ne batısı ne doğusu… Teknoloji Sanayi Bölgesi yetmez onlara, bir de İleri Teknoloji Sanayi Bölgesi kurmaları gerekir.
Dardır bakış açıları… Canlıymış, ağaçmış, tarımmış; deprem riskiymiş, nüfus artışıymış, plansız kentleşmeymiş, trafik yoğunluğuymuş, hava kirliliğiymiş umurlarında mı? Canları temiz hava isterse arazi araçlarıyla dağlara çıkarlar, deniz isterse yatlarına koşarlar, trafik sıkışıksa son model otomobillerinin çakarlarını yakarlar, en güvenli havuzlu villalarında içleri rahat yaşarlar. Şehrin toprağı üzerinden 50 bin liralarını birkaç yılda 1 milyon yaparken, “çalışıyoruz, üretiyoruz, istihdam sağlıyoruz, katma değer yaratıyoruz” derler. Çalışanlarına da “artık devir değişti, kiloyla domates almayın” öğüdü verirler.
Oysa şehrin geleceği çalınmaktadır. Gelecek birkaç gazetecinin yazılarıyla, birkaç duyarlı yurttaşın sosyal medyada kalan karşı çıkışlarıyla kurtarılamaz. Topyekün bir karşı çıkış gerekir. O karşı çıkışı organize etmek gerekir. Yerelin ayağa kalkması gerekir. Üstelik hemen, rantı alan Soğuksu’yu geçmeden…
Eğer Bursa kısa sürede ayağa kalkıp olan bitene dur demezse hayat denen anlamsızlığın ortasındaki yaşama isteğimizin de bir anlamı kalmayacak. Zira toprak yaşamın ta kendisidir.