“Kesilen bir iğde ağacı için / uykuların kaçmış / cezamız ağır ulu Atam / ormanlar tükenmiş de / kılımız kıpırdamamış.”
Şair Tahsin Şentürk’ün dizeleri, neredeyse bir asır önce yaşanan bir olay ile bugünün karşılaştırması…
Bugün üç kuruşluk altın için altımızı oyanlara onay verilmesi… Bir asır önce tek bir iğde ağacı için gözyaşı döken, uykuları kaçan Atatürk!
O günün Ankarası’nda bir tek iğde ağacı vardır. Mustafa Kemal, her gün o ağacın önünden geçerken arabasını yavaşlatır ve ağacı selamlar. Soluduğu havanın, yediği meyvenin, sığındığı gölgenin neferidir bu yaşlı iğde. Bir gün yine aynı seramoni gerçekleşecektir ki ağacın yolu genişletmek için kesildiğini öğrenir.
“İğde yaşlanmış ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşıyordu. Baharda güzel kokular veriyordu” diye sızlanır, “Bunun başka bir yolu yok muydu, hiç olmazsa bana sorsaydınız, bir çare bulurdum mutlaka” der.
Otomobiline biner ve hüngür hüngür ağlar.
Bir tek iğde ağacı için!”
Falih Rıfkı Atay’ın “Babamız Atatürk”te Çankaya Köşkü’nün bahçesiyle ilgilenen bir memurdan aktardığı anı daha da çarpıcıdır:
“Bahçeyi dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Atatürk’ün geçeceği yolu kapıyordu. Ağacın bir yanı havuz, bir yanı dik bir yokuştu. Atatürk ağaca yaslanarak güçlükle karşı tarafa geçti. Atıldım,
– Emrederseniz hemen keseyim efendim, dedim.
Yüzüme baktı:
– Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi keseceksin, dedi.”
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Dönemin Tarım Bakanı Tahsin Coşkan anlatıyor:
“Yıl 1925. Paşa bir gün:
– Gel seninle yeni satın aldığım araziye gidelim, bir konuda fikrini almak istiyorum, dedi.
Gösterdiği alan, ortada sadece bir ahlat ağacının bulunduğu, çorak, bozkır bir alandı. Bana:
– Ne dersin, buraya tüm masraflarını cebimden ödemek suretiyle bir orman çiftliği kurmak istiyorum, dediğinde,
– Aman Paşam, buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı yitirir, dedim.
Bana uzmanlarla görüşüp bir rapor hazırlamamı söyledi. Bir süre sonra uzmanların ‘olmaz’ imzalı raporunu Paşa’ya götürdüm.
Okudu, gülümsedi ve raporun kenarına bir şeyler yazıp bana verdi. Kağıdın üzerinde tüylerimi diken diken eden şu sözler yazılıydı:
‘Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edilemez.’”
Bugün Kaz Dağlarında, Murat Dağında, Cerattepe’de, Munzur’da, İkizdere’de verilen mücadelenin özü budur!..
Kavramsal tartışmalara bakacak olsak, çevre hakkını insan hakları bağlamında tanımlamaya çalışacağız. İnsan haklarının 200 yıllık geçmişine bakıp, son aşamada çevre hakkının sadece bugünü değil, gelecek kuşakları da içine alan dayanışmacı bir hak olduğu sonucuna varacağız. Buna bir de küreselleşmeyi, bilimsel teknolojik gelişmeleri ekleyip çevre hakkının literatüre yeni giren bir kavram olduğunu söyleyeceğiz. Üstelik çevre hukukunun da çevre biliminin de sınırları henüz yeni çizilen bir dal olduğunu anlatacağız. Sonuçta “çevre hakkı herkesin hakkı, anayasaya göre devlet de bireyler de çevre hakkının yükümlüsü” diye kestirme bir sonuca varacağız.
Peki ama Atatürk’ü ağlatan iğde ağacının, köşk yürüten çınar ağacının, bozkırdaki ahlat ağacının, akarsuların, denizlerin, değişen iklime kanıp sonbaharda açan papatyanın; badem çiçeğinin, ne konuştuğumuz ne su verdiğimiz pencere kenarındaki menekşenin; ağacıyla, suyuyla, toprağıyla, kurduyla, kuşuyla doğadaki nice börtü böceğin… kaderine terk edilemeyecek vatan toprağının hakkı ne olacak?