Faizler son bir yılın en gözde tartışma konusu.
Düşmeli mi yükselmeli mi?
Herkes kendi penceresinden bir değerlendirme ile kendini haklı görüyor!
Faizlerin yükselmesini isteyenler de memleketin selameti için bunu istediklerini söylüyor. Faizlerin düşmesini isteyenler de aynı argümanı savunuyor.
Peki kim haklı?
Beklentilere ve dünyayı algılamaya göre değişen yanıtları var bu sorunun.
Ama temelde yükseliş, kur stabilizasyonu için isteniyor öncelikle… Elbette rant beklentisi içinde olanlar da vardır. Ancak teknik olarak TL’ye değer kazandırmak adına önce sert bir yükseliş ardından da kademeli düşüş önerilmekte.
Faizlerin mevcut koşullarda ısrarla düşürülmesini isteyenlerse üretim ve ihracat artışı hedefini ortaya koymakta. Ancak yüksek enflasyon ortamında dövizdeki istikrarsızlığı da dikkate aldığımızda bu beklentinin kolayca gerçeğe dönüşmeyeceği de görülüyor.
Kısacası kabul edilebilir seviyelerde enflasyona sahip değilken faizle fazlaca oynamak çok da pozitif sonuçlar vermiyor!
Yani bulunduğumuz nokta bir açmazı temsil etmekte.
Faizi düşürmeye zorladığımızda döviz ve enflasyon yükseliyor. Yükseltmeye çalıştığımızda ise yüksek kredi maliyetleri ekonomik büyüme adına bir pranga hüviyetini kazanıyor.
Teorik olarak yüzde 13’e inmiş olan politika faizi ortamında bile kredilerin pahalılığı el yakarken daha yüksek faiz seviyeleri bambaşka bir dünya anlamına gelmekte.
Özetle enflasyonda ciddi bir düşüş görmediğimiz sürece bir ikilem yaşama lüksümüz dahi yok gibi!
Hayat pahalılığına karşı daralan ve pahalılaşan finansal olanaklar ekonomiyi de daraltma riskiyle bizi yüzleştiriyor.
Net kanıt krediye ulaşımdaki aşırı zorluk ve politika faizi ile uyuşmayan banka faizlerinin dayattığı yük.
Tek suçlu bankalar mı peki? Kısmen evet kısmen de hayır cevap!
Çünkü Merkez Bankası’nın sunduğu politika faizi bankaların kullandırdığı kaynakların çok küçük bir bölümüne denk geliyor.
Diğer kaynaklar ise daha pahalı. Üstelik çeşitli kısıtlayıcı düzenlemeler de bankaların elini zayıflatıyor. Ve bankacılığı doğası gereği de kendilerini düşünmeleri doğal.
Hiçbir banka elinin zayıflamasını istemez. Yüksek karlılığın kısmi olarak yüksek enflasyonun yansıması olduğu da bir gerçek.
Ama bankaların para musluğunu haddinden fazla kıstığı, kredi vermemek için artık bin bir deren su getirdiği de aşikar! Yani kendilerini koruma içgüdülerinde aşırıya kaçan bir hava da teknik olarak oluşmuş vaziyette.
Ve nihayetinde politika faizi indirimiyle yetinmeyen ekonomi yönetimi bir dizi adımla bankaları deyim yerinde ise hizaya sokmaya başladı. MB ve BDDK’nın bankaları daha ucuz ve daha fazla kredi vermeye yönlendirme çabaları ilk sonuçlarını vermeye başladı.
Aylık bazda 20 – 40 baz puanlık düşüşler artık görülüyor!
Yeterli mi peki?
Hiç değil.
Çünkü en basit örnekle ihtiyaç kredisinde en düşük faiz oranı aylık yüzde 1,60’ın altında değil hala! Ve vade ve tutara göre yüzde 3,40’a kadar giden oranlar da mevcut ihtiyaç kredilerinde..
Taşıt ve konut kredilerinde de durum farklı değil. Özellikle de geri ödemedeki taksitlerin yüksekliği ve giderek eriyen alım gücü düşünülürse!
Mesela taşıt alımı için 200 bin lirayı 48 ay taksitle kullanmak istediğinizde 7 bin liranın altında taksit ödeme ihtimaliniz yok. Üstelik 10 bin lirayı bulan maliyetler bile var aylık bazda!
Konutta ise 500 bin liralık krediyi 120 ay vade ile kullandığınızda aylık geri ödeme en düşük 11 bin lira civarında.
Bunları kim nasıl ödeyebilir varın siz düşünün.
Otomotiv piyasası neden daralıyor, konut satışları neden hız kesti diye dövünmeye gerek yok. Nedenleri açık yüksek fiyatlara eşlik kredi maliyetleri!
Ve mevcut koşullarda ne kredilerde kayda değer bir ucuzlama ne de alım gücünde bir artış beklemek mümkün ne yazık ki.