10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü geldi çattı.
Biz basın mensupları, katıldığımız programlarda, etkinliklerde, sosyal medya paylaşımlarında ne kadar ulvi bir görev icra ettiğimizi, zor şartlar altında çalıştığımızı, bu ülkede gazeteci olmanın ne kadar zor olduğunu dinleyeceğiz.
‘Basın, milletin müşterek sesidir’ cümlesini sıkça duyacağız.
Önce şunu netleştirelim: Gazetecilik ulvi bir meslek değildir, kutsal değildir. Gazeteci taraftır. Gerçekten yana, doğrudan yana taraftır. Yani, taraftı…
Günümüzde kıymetiniz gerçeği ne kadar eğip bükebildiğinize göre değerleniyor.
İkinci olarak ise şunun altını çizelim: Evet zor şartlar altında, zor bir meslek icra etmeye çalışıyoruz.
Gerek ekonomik problemler, gerek ekonominin sıkıştırdığı hayat şartları gerekse mesleğin ele alınış şeklinin yansımaları dolayısıyla gerçekten gazetecilik yapmak artık neredeyse imkansız hale geldi.
50’lerde, 60’larda gazeteci ailelerin patron olduğu ve nispeten özgür olunan dönemler sonrası farklı yatırım sahibi isimlerin patronajına geçen basın, hakikaten de kan ağlıyor.
Kan ağlıyor çünkü, haber yapmak artık eskisi kadar kolay değil.
Yapılan bir haberin veyahut köşe yazısının kimleri rahatsız edeceğini tahayyül etmek çok güç.
Ortada ekonomik bir düzen var. Bu düzen içerisinde farklı iş kollarında faaliyet gösteren patronlar, o patronların dengelerini gözeterek işini yapmaya çalışan gazeteciler var.
Günümüzde baskı sadece iktidar vasıtası ile yaşanmıyor.
Herkes iktidara yönelttiği eleştirilerde baskıdan, nepotizmden, liyakat eksikliğinden şikayet ediyor. Evet doğru noktalar var ama; bir şekilde gücü eline geçiren herkes iktidar sevdalısına dönüşüyor. Asıyor, kesiyor, sansür uyguluyor, o uygulamazsa haberi yapanı otosansüre itiyor. Fırsat eline geçtiğinde kadrolaşıyor, iş yapacak insanı değil, eşini dostunu yerleştiriyor.
‘Diploma’ değil, ‘dayı’ kazanıyor. İktidar-muhalefet fark etmeksizin hem de…
Gelelim diğer konuya…
Gerçek olan şudur: Gazetecinin yaptığı ‘haber’ mutlaka bir kesimi rahatsız eder.
Bu rahatsız olan kesim de gazeteciye kendi iktidarı ölçüsünde ‘bedel ödetme’ çabasına girer. Gazeteci açısından kimi zaman işsiz kalınarak, kimi zaman da ait olduğu zümreden aforoz olunarak ödenir bu bedel.
Bir yandan da şunu kabul etmek gerek, devir değişti, artık kimse haberin gerçekliğiyle ilgilenmiyor. Sokaktaki vatandaş da, yönetici de, siyasetçi de ‘tık’ peşinde. Kim ne kadar ‘clickbait’ yaparsa o kadar meşru oluyor. Gerçek değil, ses getiren kıymete biniyor.
Sakince işini yapan değil, sansasyon peşinde koşan kazanıyor.
‘Sokaktan geçeni editör yapmakla’ övünen ‘duayen’ de var, ‘tarafsız’ şapkası ile kuyu kazan da, partizanlığın suyunu çıkaran da. Kimisini okuyorsunuz, kimisini televizyonda izliyorsunuz. Otuz iki kısım tekmili birden hepsi bu kumpanyada yani…
İşte bu güruh, kendi sıkıntısını çözmeye geldiği zaman ise orta yolu bir türlü bulamıyor.
Bursa’da iki güzide cemiyetin temsil ettiği gazetecilik için yıllardır talep edilen ‘meslek odası’ askıda duruyor. Henüz harekete geçen olmadı. İşsiz kalan gazeteciler için de herhangi bir çalışma yok.
Daha önce ‘Bursa’ya neden iletişim fakültesi açılmamalı?’ başlıklı yazımda gündeme getirmek istediğim ‘İletişim fakültesi mezunlarının resmi kurumların basın bürolarında istihdam edilmesi’ mevzusuna dair de ortada bir ışıltı olmadığını söyleyebilirim.
Mesleğin derdi çok, çözümü de az çok belli ama çözülmesi için gönül yok. Hal böyleyken ‘özgür basın, özgür medya’ nutukları da ninniden öteye geçmiyor.
Yine de gazeteciliğin hakkıyla icrası için çaba gösteren tüm meslektaşlarımın ve meslek büyüklerimin günü kutlu olsun.