Geçtiğimiz günlerde Topçular‘dan feribotla İstanbul’a gittim. Karşıya geçene dek hiç martıya rastlamadık… Feribotun üzerinde dört dönüp havaya kalkan kollardan fırlatılacak simit ve poğaça parçalarını keskin gözlerle izleyen martılardan tek biri bile yoktu.
Daha önceleri feribotun gövdesini adeta boyayan beyaz köpükler de yoktu. Sarımtırak yapışkan bir sıvıya dönüşmüş, hastalıklı bir adamın göz akları gibi matlaşmıştı deniz suyu.
Baktıkça içiniz acır!
Martılar uzun zamandır, şehirlerdeki apartman çatılarında zaman geçiriyorlar. Deniz kıyılarından çok uzak çöplüklerde attıkları çığlıklar da bizi kendimize getirmeye yetmedi.
Çünkü çok meşguldük.
Ormanları yok edip kurulacak devasa havaalanları, köprüler, viyadükler kalkınmamızın nişanesi olarak parlıyordu. Bir yandan da sanayi kuruluşlarımızın o vazgeçilmez “üretim artışı”nı alkışlıyor, şehirlerimizin nüfus artışlarını parlak nutuklarla ilan ediyorduk. Denizlerimizin 500 metre altına basılıp, gözden kaybedilen atıkları da görmüyorduk. Bu arada asla bir Marmara Denizi inşa edemeyeceğimizi de unuttuk.
Dile kolay, çevresinde 25 milyon nüfus olan bir Marmara Denizi’nden söz ediyoruz…
Bu nüfusun 16 milyonu İstanbul‘da yaşıyor. Günde 5 milyonu aşkın su arıtması yapılıyor. Ancak maalesef bu tesisler bile tam kapasite ile çalış (tırıl) mıyor, su sadece süzülerek Marmara Denizi’ne veriliyor. Üstelik atık suların sadece yüzde 70’i söz konusu işlemden geçiriliyor. Bunlara deniz trafiğinin neden olduğu kirliliği ekleyin. Kontrolsüzce kirletilip denize akan yüzlerce dereyi de düşününce konunun vahameti artıyor.
Marmara Denizi’nde ortaya çıkan salya tam bir çevre felaketi. Bu çevre felaketini zaten günlerdir neredeyse hepsi birbirinin benzeri açıklamalarla izliyor, dinliyoruz.
Özellikle resmi ağızların başlarda konuyu doğal bir plankton çoğalması gibi açıklamaları, Marmara Denizi’ni öldüren bu cinayetin failini ele veriyor.
Denetim görevini hakkı ile yerine getirmeyen kurumlar!
Arıtma sistemlerinin yatırım ve işletme maliyetlerinden kaçınan sanayi kuruluşları!
Sorunun kaynağı ile sorun çözmeye çalışılmasının sonuçları her gün yeni bir çevre felaketi olarak karşımıza çıkıyor. Karar vericilerin yanlışlarını, çevre suçlarını haykıranlar ise kriminalize ediliyor. Canhıraş feryatlarla doğayı savunan; avukatlar, öğrenciler, köylüler, siyasetçiler, akademisyenler bir avuç çevreci olarak küçümsenip suçlu muamelesi görmeye devam ediyor. Çevreci sivil toplum örgütleri de kararlılıkla ve cılız da olsa seslerini duyurmaya devam ediyor. Onlara kulak vermek gerek.
Çünkü temiz bir doğa için çıkarlarımızı değil, martıları düşünmemiz gerekiyor.