Bugünün benim için ne kadar anlamlı olduğunu birkaç gündür yazdığım yazılardan anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Emeğin en kutsal değer olduğunun çoktan unutulduğu ve emeği ile geçinenlerin gözünün emek vermeden para kazanmanın haysiyetsiz yollarına ulaşmaya çevrildiği şu günde sahip çıkmamız gereken en önemli kavram emeğimiz ve kuvvetle haykırmamız gereken en önemli talep de emeğimizin karşılığında insanca bir yaşama kavuşabileceğimiz gelirleri elde etmek.
Kısaca hak, adalet ve özgürlük…
Oysa değil emeğinin karşılığını almak, sadece 1 Mayıslarda Taksim Meydanında İşçi Bayramını kutlamak dahi mümkün değil ülkemizde.
Bugün 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak için verilen mücadele bize iki şeyi gösterdi aslında. Bunlardan ilki pek çoğumuzun artık kanıksadığı, adı ne olursa olsun bakanlıkların bir imza ve onay makamına dönüşmüş olması meselesiydi.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in; “Aslında İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya son derece samimi biçimde iletişime açık. Ancak bundan sonra konuşmanın anlamı yok, çünkü Sayın Bakanın üzerinde bir irade bu konuda karar verici durumda. Bizim diyalog kurduğumuz her seferde duyduğumuz tek cümle ‘maalesef kabul edilmedi, maalesef uygun görülmedi’ şeklinde oldu. Bu saatten sonra da daha ileri gidecek bir konuşma geçeceğini sanmıyorum aramızda” şeklindeki açıklaması, aslında kararların başka bir yerden verildiği, bakanlıkların kararların imzacısı, duyurucusu, onaylayıcısı olarak kullanıldığı konusunu bir kez daha gözümüze soktu.
Gözümüze sokulan ikinci şey ise bu ülkenin merkezine Taksim’in koyulmuş olmasıydı. Bunu da uzun zamandır biliyorduk. Taksim’in işçiler için önemli olan tarihi geçmişinin yanında, yakın tarihte yaşanan Gezi Olaylarının da perçinlediği ‘Taksim özgürlüklerin çıkış noktasıdır’ imajından gerçekten korkuluyor anlaşılan.
Demek ki, ‘İstanbul’u alan Türkiye’yi alır’ sözünden ‘Taksim’e çıkan Türkiye’yi alır’ sözüne evrilen bir daralma ile doğru orantılı büyüyen korku hissiyatı iliklere kadar işlemiş. Bunu da bir kenara not düşmek lazım…
Gelelim bu şahane günde, Taksim’e her ne pahasına olursa olsun çıkmak istediği için 200 kadar emekçinin gözaltına alınmasına, bu gözaltılar devam ederken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da işçilere seslenerek bayramlarını kutlarken sevgiler göndermesine sebep olan korkuların temeline.
Ülkenin çalışan kesiminin yüzde 65’lik kısmının asgari ücret ve asgari ücrete komşu ücretlerle çalıştığı göz önünde bulundurulduğunda işçilerin açlığa mahkum edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşte korkunun temelleri de burada atılıyor.
Dünyanın dört bir yanında işçiler 1 Mayıs İşçi Bayramını kutlarken, Türkiye’de asgari ücret alan işçiler nisan ayından itibaren açlık sınırının altına bir ücretle çalışacak.
Türk-İş, nisan ayında 4 kişilik aile için açlık sınırını 17 bin 725 lira, yoksulluk sınırını 57 bin 736 lira olarak hesapladı. Bu hesap Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarına dayanıyor.
Hemen hatırlayalım, asgari ücret, ‘işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret’ şeklinde tanımlanıyor.
İki ihtiyaç listesini karşılaştırdığımızda asgari ücretin asgari yaşamı karşılamanın çok uzağında olması bir yana, açlık sınırının da 723 TL altında kaldığına bir kez daha dikkat çekelim.
Enflasyonun faturasının çoktan kesildiği işçi sınıfına şimdiden vurgulandığı gibi temmuz ayında zam yapılmaması halinde asgari ücretle geçinen işçiler, yılın 9 ayı açlık sınırının altında bir ücrete çalışmış olacak.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, asgari ücrete bir yıl boyunca zam yapılmaması göz önünde bulundurularak mevcut artışın yapıldığını her açıklamasında tekrarlıyor malum.
Tam da bu günde, işçinin Taksim’e çıkışını uygun görmeyen makamın işçiler biber gazı sıkılarak gözaltına alınırken onlara sevgi göndermesinin ironisini yaşamak isimli bir çalışmaya da imza atılmış oluyor açlıkla boğuşan işçilerle yüz yüze gelmenin korkusu…
Unutmamak gerek, emeğin sömürüsüne izin verildikçe plankton misali sessiz istilasını sürdüren kapitalizm, hayatlarımızın tüm kılcal damarlarına kadar nüfuz edebilir. Yaşamak için bundan yüz yıllar önce 17-18 saat çalışan emekçilerden pek de farkımızın kalmadığı bugünlerde pek çoğumuz iki işte çalışarak geçinmeye uğraştığımızdan aynı çalışma saatlerine varmış durumdayız. Yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyoruz adeta. Bunun yanına kayıt dışı çalışmayı, yasal hakları hiçe sayılan işçiliği, çocuk işçiliği de eklediğimizde vakti zamanında haklarını aramak için sokaklara çıkan ve 1 Mayıs için mücadele eden işçilerden daha vahim durumda olduğumuzun ve aslında bunun farkında olmaya vakit dahi bulamadığımızın altını da çizmeli.
Tam bir savaş, kan, ter ve gözyaşı…
Bir başka değişle, bol ekmek, az çorba, yağsız makarna, etsiz patates ve açlık sınırının altında yaşayacağımız 9 aylık süreci kutsadığımız 1 Mayıs kutlu olsun hepimize…