Çok uzun zamandır yaşadığımız olumsuzluklara odaklandığımızdan, biraz da Eylül ayının hüznüyle, iyiye, güzele yönelik hiçbir şey yazmadığımın, yazamadığımın farkına vardım.
Tam da bu sırada hemşerilerim yetişti yardımıma. Meğer Mustafakemalpaşa’da çok güzel işler oluyormuş, yavaştan adımları atılan…
Hatırlar mısınız bilmem, vakti zamanında Recep Altepe döneminde bir kurutma fabrikası kurulmuştu ilçeye. Sonrasında akıbeti belirsiz olan yapının artık sadece yapıdan ibaret kaldığını, hatta yapı olarak da ciddi hasar aldığını, bu arada içindeki makinelerin ve hurdada para edecek büyük aksamın tamamının satıldığını belirtmek lazım ki, durumu gözünüzün önünde şöyle bir güzel canlandırın.
Anlayacağınız hali perişan bir bina olarak hiç işe yaramadan duruyordu kurutma fabrikası bir süredir…
Bursa Büyükşehir Belediyesi Tarım Peyzaj AŞ.’nin bu binayı damla sulamada kullanılacak boruların üretileceği bir fabrika haline getirerek değerlendireceği geldi kulağıma.
Proje pek çok yönüyle güzel.
Konuyu hemen açalım isterim…
Öncelikle artık su fakiri olma yolunda hızla ilerleyen, ancak bu durumu bir türlü kabul edip gerekli önlemleri alamayan Bursa için suyun nerede zayi olduğu meselesi çok önemli biliyorsunuz. Defalarca yazdığımız gibi suyun kayba uğradığı en önemli alan ‘vahşi sulama…’
Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Fevzi Çakmak’ın açıklamalarından alıntılayarak meseleyi akademik bir noktaya da taşıyalım ve diyelim ki; ‘Vahşi sulama, bitkinin ihtiyacından fazla ve bitkinin istemediği biçimde yapılan, dolayısıyla hem bitkiye hem de toprağa zarar veren bir sulama biçimidir. Vahşi sulamada su, kontrolsüz ve ölçülmeden toprağa verilir. Aşırı su kullanımı öne çıkar. Bu durum hem toprağa hem ürüne hem de su kaynaklarına zarar verir.’
Şehrin su kaybının yaklaşık yüzde 60’lık bölümünün de vahşi sulama nedeniyle ortaya çıktığı düşünülmektedir.
Vahşi sulamadan damla sulamaya geçemeyişteki en önemli etken ise maliyetin çok yüksek olması ve bu maliyeti zaten zor durumda olan çiftçinin karşılayamamasıdır.
Hadi buradan toparlayalım…
Şimdilerde üretim için hazırlanan, makinaları sipariş edilmiş olan, damla sulama borusu üretecek bu fabrika her şeyden önce bir kazanç gözetmeden çiftçinin damla sulama borularına ulaşmasına vesile olacak. Hatta yapılacak planlamaya göre damla sulama borularının destek amaçlı hibe olarak köylüyle buluşturulması da ihtimaller arasında.
Dolayısıyla bir yanda daha verimli tarıma kapı aralanırken bir yanda da su tasarrufu yapılmaya çalışılacak.
Damla sulama borularının iki çeşit olduğunu, yuvarlak boruların üretiminin çok daha kolay ve düşük maliyetli olduğunu, yassı boruların ise daha yüksek maliyete ve daha ileri bir teknolojiye ihtiyaç duyduğunu, ancak her iki çeşit borunun üretimi için de gerekli hazırlıkların yapıldığını ve fabrikanın muhtemelen önümüzdeki 4 ay sonunda üretime başlamayı planları içine aldığını da belirtelim.
Üreticinin ve çevrenin yanında yer alan her projenin destekçisi olduğumuzun da altını çizelim…
‘Anomi’nin pençesinde…
Bir süredir siz de benim gibi ‘bize ne oluyor böyle?’ sorusunu soruyorsanız içinizden, toplumun içinde savrulduğu durumun tanımının 1897 yılında Emile Durkheim tarafından yapıldığını ve bize en uygun tanımın ‘Anomi’ olabileceğini belirtmek isterim.
Uzun bir felsefi tanım olan ve toplumun çeşitli dönemlerini kapsayan Anomi kavramını yine felsefeye yatkın isimlerin destekleri ile özetlemek mümkün…
Şöyle ki;
“Toplumsal geçiş dönemlerinde normların olmadığı ya da görece normsuzluk durumu…
Anomi, toplumun sancılı bir krizle ya da ani geçişlerle sarsıldığı zamanlarda meydana gelen, normların bulunmadığı bir durumdur. Toplum ve birey arasında olan bağın kopması ve toplum-birey arasında kültürel ve ahlaki etkileşim hâlinin yok olması olarak tanımlanabilir.
Durkheim’a göre, toplumsal geçiş süreçlerinde var olan kuralların bireyler üzerindeki bağlayıcılıkları çözülmektedir. Ayrıca yeni kuralların eski kurallar kadar kabul görmemesi durumunda Durkheim, normsuzluk veya kaidesizlik olarak tanımladığı tehlikeli bir durumun ortaya çıkacağından da söz etmektedir.
Durkheim genel olarak 19. yüzyılın sanayi toplumunu, kazanmayı düzenleyen normların ya cılız biçimde kurumsallaştığı ya da hiç norm bulunmadığı bir toplum şeklinde analiz etmiştir. Sanayileşmenin gelişmesiyle beraber arzular çoğalır ve tam da geleneksel kuralların otoritesini kaybettiği bir anda, bu arzuların sunduğu zengin ödül insanları kışkırtır ve onları daha çok açgözlü ve denetime karşı daha çok tahammülsüz kılar. Tutkuların dizginsiz kalması, tam da daha fazla disipline ihtiyaç duydukları anda düzensizlik, yani anomi durumunu iyice yoğunlaştırır.
Hayatın anlamsızlaşması, değersizlik duygusu, heyecan yitimi, hedef belirleyememe, hiçbir şeyin hiçbir zaman düzelmeyeceğine olan inanç, umutsuzluk ve çaresizlik, görünmez bir zehirli gaz gibi bilinci yavaş yavaş öldürür.
Böylesi toplumlarda kurallar birbiriyle çelişir. Bir gün alınan karar veya söylenen söz ertesi gün inkar edilir. Kanun ve kurallara uymamanın yaptırımı olmaz. Uygulamalar keyfidir, akıl erdirilemez.
Bu durumda toplumda moral çökmesi ve hukuk eksikliğine yol açar. Tüm geçmiş toplumsal modeller göstermiştir ki, ekonomik dengesizliğin arttığı tüketim toplumlarında şiddete yönelik kaçınılmaz olarak artmaktadır.
Bunun nedeni, bu tür toplumların bireylerinin birbirilerine yabancılaşmaları nedeniyle birbirleriyle ilişkilerini, birbirlerini nesneleştirerek kurmalarında yatmaktadır.
Böyle bir ortamda mekana yabancılaşan insanın ötekini bir nesne olarak görüp ona şiddet uygulamasının önüne geçilmesi imkansızlaşır…”
Elbette bu tanımlamalara ve yorumlara pek çok ekleme daha yapılabilir, ben toplumumuzun içinde bulunduğu durumun giderek bu tanıma daha çok uymaya başlamasına yönelik bir saptamada bulunmak istedim sadece.
Felsefede uzmanlaşmış, derin okumalar yapan herkesin konu hakkındaki düşünceleri ve yorumları bu anlamda çok kıymetli olacaktır…
Bizim durumu tanımlamamız faydalı olacak mıdır?
En azından teşhis koymuş oluruz…