Eğitim meselesini ne zaman şirazesinden çıkardık, ne zaman din işleri ile devlet işlerini eğitimden başlamak sureti ile birbirine karıştırma kararı aldık, tam hatırlamıyorum…
Aslında bir önceki yazımda darmadağın olan sistemler içinde eğitim sistemini de saydığımdan müsterihim bu konuda…
Hatırladığım önemli bir ayrıntı var, muhabir olarak basın camiasına adımımı ilk attığım yıllarda, Milli Eğitim Müdürlüğünün içinde, ayaklarında takunyaları ile paçaları sıvanmış biçimde dolaşan memurlara ‘takunyalı tayfasından’ denir ve bu kişilerden biraz da çekinilirdi…
Sene… 1997…
Aradan geçen 26 yılın sonunda geldiğimiz nokta, yazılarımda defalarca kez konu ettiğim üzere, din işleri ile devlet işlerinin eğitim kurumlarında kol kola gezmesine kadar vardı.
Bugün, yazarken birkaç cümle ile bahsettiğim, ancak kendisini bu ülkenin insanlarına adayan eğitim camiasının cesur neferleri için bir ömürlük mücadele halini alan meselenin iki önemli gündemi vardı önümüzde.
Bunlardan biri; çeşitli projeler adıyla okullara din görevlilerinin atanmasına kılıf hazırlanmasına karşı durmayı amaçlayan basın açıklamasıydı.
Eğitim İş Bursa Şubesi’nin düzenlediği açıklamada şöyle deniyor;
“Eğitim kurumlarındaki gerici kadrolaşma dün okulların kapısını Gülencilere açarken, bugün farklı tarikatlara açmakta, çocuklarımızı –isimleri farklı da olsa- tarikatların kucağına itmektedir.
Onca skandala rağmen dernek/vakıf maskesi takmış tarikatlar, MEB protokolleri aracılığıyla eğitimde cirit atmaya devam etmektedir. Eğitimdeki bu gericileştirme hamleleri 28 Mayıs seçimleri biter bitmez hızlandırılmış, İzmir ve Eskişehir başta olmak üzere birçok ilimizde devlet okullarına din görevlisi gönderilmiştir.
Seçimden hemen sonra İstanbul’da Bilal Erdoğan’ın yönettiği bilinen TÜGVA’ya 238 okulun tahsis edilmesi, ‘Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi (ÇEDES)’ kapsamında yapılan protokolle okullara ‘manevi danışman’ adı altında imam, müezzin, vaiz, din hizmetleri uzmanı ve kuran kursu öğreticisi atanması, çağdaş okulları medreseye dönüştürme çabasının bir yansımasıdır.
Gerici karanlığın yaygınlaşma projesi çok açıktır: Eğitim içeriğini dinselleştiren, aileleri medrese modeli okullara mecbur bırakan bu proje, eğitim emekçilerini en yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma getirerek önündeki tüm engelleri kaldırmayı amaçlamaktadır!
Ve son söz, Eğitim İş Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy’dan geldi;
“Eğitim öğretmenin işidir, okullarda dersi öğretmenler verir!”
Bütün bir yıl boyunca bu biçimde işleyen ve okullara ‘Değerler eğitimi’ adı altında tarikat ve cemaatlerin sızması için hazırlanan programlara karşı duruşumu net olarak ortaya koyduğumu sanıyorum.
Gelelim, günün konuyla ilgili ikinci ve daha üzücü gündemine. Aslında bu gündemin ulaşılmaya çalışılan sonucun yansıması olduğunu da yine üzüntü ile belirtmek istiyorum.
Çünkü bu kez okulların medreseleşmesini değil, doğrudan medreseleri ilgilendiren bir son var önümüzde.
Bugün benim beynimde bir bomba etkisi yapan olay; Şanlıurfa’nın Eyyübiye ilçesine bağlı Beşat Mahallesi’ndeki bir cemaate bağlı medresede yatılı kalan Abdülbaki Dakak’ın intihar ettiği iddiası oldu.
Aslında bir yıl önce ailesi tarafından ‘dininde, kininde…’ bir çocuk olarak yetişsin diye bırakıldığı medreseden üç gün önce çıkıp bir daha geri gelmiyor bu küçük çocuk. Daha önce birkaç kez medreseden kaçtığı, ailesi tarafından yeniden aynı yere okusun diye getirildiği bilgisi var. Kısacası böyle bir eğitim almak istemiyor, en azından bu mekanda kalmak istemiyor. Tüm bunlara rağmen başına ne geldiği dahi sorgulanmıyor küçücük çocuğun… Maalesef hayatına kendi eliyle son verdiğine ilişkin bulgular da kuvvetle mevcut. Detayları burada paylaşmaya gerek yok.
Hatırlayın, bundan bir buçuk yıl kadar önceydi, Elazığ’da Nur Cemaati’ne ait yurtta kalan Enes Kara’nın intihar haberini aldığımızda. Yaşamına son vermeden önce bıraktığı videoda cemaat yurdunda kalmak istemediğini, baskı altında olduğunu söylemişti.
Cemaatlerin bir ülkeye neler yapabildiğini gösteren 15 Temmuz gibi bir olay varken önümüzde, yurdum insanının eğitim için devletin çağdaş, aydınlık okullarını talep etmek yerine, neden cemaatlerin kapısını ısrarla çaldığını, buralarda çocuklarına yapılanları neden kolayca göz ardı edebildiğini, hatta suçluların ortada olduğu durumlarda dahi neden kimseden şikayetçi olmadıklarını ve kendi evlatlarını adeta bir kurban gibi cemaat yapılarına sunduklarını anlamak çok zor benim için…
Halka inmek meselesi böyle bir şeyse; kusura bakmayın kardeşim, öyle sandığınız gibi çok ulu yerlerde değilim, aynı geçim derdinin bir üyesiyim, aynı toprakların insanıyım, ama ben size inemiyorum, ben anlamıyorum sizi ve eminim siz de beni anlamıyorsunuzdur… Hatta belki siz de benim seviyeme inemiyorsunuzdur bulunduğunuz noktadan…
Kısacası, anlaşamıyoruz…
İşte böyle zamanlarda ‘halka rağmen halk için’ cümlesinin içeriği daha da değerli hale geliyor.
Yazık bu ülkeye, yazık bu evlatlara, yazık bu ülkenin evlatlarını aydınlığa kavuşturmak için çabalayan bunca insana…