Daha önce de görmüştüm bu filmi. Mağduru olmak dışında izleyeni olmanın bile tek kelime ile berbat olduğu. Çaresizliğin, hüznün, eli kolu bağlı oluşun iliklerinize kadar hissedildiği, içinden çıkamadığınız bir dejavu…
Deprem!
Her an kapımızı çalacağını bildiğimiz, şimdilik bizi es geçtiği için şükrettiğimiz, yaşayanlarla birlikte yüreklerimizin yandığı bir doğa olayından bahsediyorum.
Güne böyle uyandık. Daha doğrusu geceyi bu duygularla kapattık.
Deprem bölgesinde neler yaşandığını hepiniz yakından izliyorsunuz, biliyorum. Aksi mümkün değil zaten.
Depremden kurtarılanların verdiği mutluluk ile enkazlardan yükselen sessiz yardım çığlıklarının birbirine karıştığı bir atmosferde bulundunuz mu hiç?
Henüz muhabirlik yaptığım dönemde 1999 depreminde yaşamıştım bu ruh halini. Mağdur değildim, şahittim çok şükür. Depremin yaralarının sarılmaya çalışıldığı süreçlerde yapılan toplantılardan ümitlenmiş, ülkemizin tıpkı Japonya gibi tıpkı Amerika gibi depremi ölümle karşılamayacak düzenlemelere kavuşacağını düşünmüştüm.
Cahillik işte!
Aradan geçen 24 yılın sonunda, şimdi yine kapımızı bir deprem çaldığında ve deprem bölgelerinden aynı acı haberler gelmeye başladığında, hiçbir şeyin değişmediğini daha da iyi anlıyorum.
Yeni yapılan lüks binalar, lüks oteller, hatta hastaneler birer enkaza dönüşüyor gözlerimizin önünde.
1999 depremine göre daha iyi hale getirdiğimiz tek şey kurtarma çalışmaları…
Buna rağmen pek çok bölgeye halen ulaşılamamış olduğuna yönelik haberler alıyoruz.
Kolay değil. Çok geniş bir alandan ve maalesef çok fazla yıkılan binadan bahsediyoruz.
1999 depreminden sonra çıkarılan deprem yönetmeliğine uygun yapılmış, denetimden dürüstçe geçmiş, bina zemini yapılaşmaya müsait yerlerde kurulmuş binaların yıkılmadığından eminim. Ama kaç bina bu özellikleri taşıyor?
İşte en büyük soru bu!
Bir ülkenin ekonomisi ve gelişmişlik düzeyi ne kadar iyiyse, depremden etkilenmesi o kadar düşük düzeyde oluyor. Çünkü gelişmiş ülkelerde insanlar kurallara uyuyorlar ve depreme dayanıklı konutlar yapıyorlar. Yapmak zorundalar! Aksi halde başları çok ciddi derde girer. Vatandaşlar da depreme dayanıklı binalarda oturmanın önemini biliyorlar ve tercihlerini bundan yana kullanıyorlar.
Lüks görünümden ziyade dayanıklılık birincil öncelik.
Sonuç; Japonya ve Amerika gibi büyük depremlere maruz kalan ülkelerde bizde yaşanan yıkımlara pek rastlamıyoruz.
İşin çözümünün ne olduğunu biliyoruz aslında. Hatta konuyla ilgili bugün TMMOB bir basın toplantısı da düzenleyecekti. Yaşanan felaketin ardından ertelenen toplantının konusu; ‘Kaçak yapılarla mücadeleye çağrı’ idi.
Çünkü bizde herkes uyanık!
Siyasi rant uğruna sürekli güncellenen imar affı kavramına sığınarak sürekli kaçak yapı yapıyor vatandaş. Düşünün, legal olarak yapılan yapıların ne kadar kurallara uygun yapıldığı muallakken, kaçak yapılar için konunun sorgulanması mümkün değil.
Bir yandan vatandaş kaçak yapı yaparken, diğer yandan kentsel dönüşüm gibi depreme karşı korunmak için gündeme gelmiş çok önemli bir kavram, içi boşaltılarak sunuluyor bize. Şehrin rantı yüksek kesimlerinde, yeni ve kentsel dönüşüme ihtiyacı olmayan binalar bu kapsama sokulup iş enteresan bir hal alırken, kentsel dönüşümün gerçekten gerektiği bölgelere vatandaş ‘sokakta kalırım’ endişesi ile kavrama yabancı ve uzak…
Genellikle kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilen alanlarda vatandaşa; ‘Başının çaresine bak, her şeyi devletten bekleme…’ gibi sözler söyleniyor.
Dolayısıyla rantı yüksek bölgelerde vatandaş kentsel dönüşümün peşinde koşarken, kentsel dönüşüme ihtiyaç duyulan alanlarda kimse bu konuyu konuşmasın diye dualar ediliyor.
Oysa bal gibi biliniyor Bursa’daki yapı stoğunun ne kadar sorunlu olduğu. Özellikle şehir merkezindeki dar sokaklar ve bitişik nizam binalar bir deprem anında bölgeye ulaşımın dahi uzun süre sağlanamayacağını garanti ediyor bize.
Bugün Bursa’da kaç bölgede kaç metrekare ‘deprem sonrası toplanma alanı’ kaldı, onu dahi bilmiyoruz.
2040 Çevre Düzeni Eylem Planı yapılırken tüm bunlar göz önünde bulundurulur mu?
Yakın zaman önce, bir yandan plan yapılırken diğer yandan gizli ajandaların yürütülmeye çalışılmasına yönelik açıklamaları taşımıştım bu köşeye. Dolayısıyla sorunun yanıtı için; ‘Hiç sanmam!’ diyebilirim.
Altılı Masa Mutabakat Metninde de yer alan;
“- Kentsel dönüşümü rant değil çevre ve insan odaklı, afet risklerine karşı dayanıklığı artıran, kent kimliğini yok etmeyen, doğaya ve tarihe karşı saygılı, dezavantajlı ve engelli vatandaşlarımızı önceleyen bir anlayışla yürüteceğiz.
– Toplanan afet vergilerinin, afetin zararlarını azaltacak tedbirler ve afet sonrasındaki normale dönüş ile rehabilitasyon çalışmaları için harcanmasını sağlayacağız.
– İstanbul depremine karşı, risk azaltmayı hedefleyen Hayat İstanbul Projesini başlatacağız.
– Afet sonrasında evleri “oturulmaz” hale gelen mülkiyet sahibi ve kiracı yurttaşlara geçici barınma imkanları sunup, eşya ve kira yardımı yapacağız.
– Afet yönetimini etkisizleştiren imar afları çıkarılmasına son vereceğiz.”
Maddelerinin derhal ve harfiyen uygulanmaya başlamasını öneririm bir çözüm olarak.
Büyük bir felaketi yaşıyoruz birlikte. Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı, yaralılarımıza acil şifalar ve tüm ülkeye geçmiş olsun diliyorum.