Zaman zaman biz sıradan vatandaşlar için verdiğim, ‘kazanda kaynayan kurbağa’ örneğini bir kez daha vererek başlamak istiyorum yazıma.
Bu kez bahsedeceğim alan eğitim ve sağlık.
İşin en temelinde, yani kazandaki su henüz ortam ısısındayken ve bizler eğitim ve sağlık hizmetleri konusunda ciddi sorunlar yaşadığımızı düşünüyorken, kulağımıza inceden bir ses ‘kazana girersek her şeyin daha güzel olacağını’ fısıldadı, hatta kazanda rahat edelim diye şöyle en afillisinden mayolarımızı, kokteyl bardaklarımızı da alıverdi.
Eğitimde özel okul tercih edenlere okul fiyatlarının yarısına, bazen yarısından da fazlasına tekabül eden devlet destekleri, sağlıkta ise neredeyse cep harçlığına rast gelecek rakamlarda el üstünde tutularak alınan muayene, görüntüleme ve tahlil hizmetleri…
Giriverdik kazana…
Ooohhhh… Ne rahat…
Su da tam kıvamında bir sıcaklıkta, elimizde kokteyllerle adeta tatil modundayız…
O dönemden ileriyi görenler, devranın böyle devam etmeyeceğini, uygulanan politikaların bir mecbur bırakma, devletin hizmetlerden çekilmesine vatandaşı alıştırma taktiği olduğunu söyledi, ama kulak astık mı?
Elbette hayır…
Günü kurtarma, üstelik de rahat ve lüks içinde kurtarma derdiyle, devletten hizmet eksikliğini tamamlama konusunda talepte bulunmak yerine, özel hizmet veren kurumlara alışıverdi ayağımız.
Yıllar böyle su gibi akıp giderken, zaman içinde suyun ısındığını hissediyorduk da ‘olur o kadarcık’ kıvamında pek de sesimiz çıkmıyordu aslında.
İşin alacası yaşanan pandemi süreci ve ardından gelen ekonomik kriz ile iyice ortaya döküldü.
Pandemi sürecinde anladık ve öğrendik ki, devletin sağlık hizmetlerinden elini eteğini çekmeye çabalaması neticesinde hastanelerimizde ciddi bir uzman hekim açığı ortaya çıkmış. Hastaneler ve ekipmanlar eskimiş, personel sayısı yetersiz…
Tüm olumsuzluklara rağmen insanımızın fedakar tutumundan zerre taviz vermeyen doktorlarımız sayesinde ayaktayız bugün. Bunu kabul etmek lazım.
Fakat sonrasında doktorlara ‘gidiyorlarsa gitsinler…’ denirken hiç ses çıkarmayanlar grubunda yer alıyorsanız, siz kaynayan kazanın rehavetine çoktan kapılmışsınız demektir.
Biz kaynaya duralım kazanın içinde, doktorlarımız da bu kadar vefasızlığı kaldıramadıklarından gitmeye karar verdiler. Özel sağlık kuruluşlarına ya da başka ülkelere…
Sağlıkta kıyamet burada koptu işte…
Eski hastaneler, eski ekipmanlar silsilesine doktor ve sağlık personeli yokluğu da eklendi, takım tamamlandı…
Eğitim konusunda da yaşanan ekonomik kriz büktü belimizi veliler olarak. Özellikle sürece göbeğinden bağlanmış çalışan veliler, yüzde 300’lere varan oranlardaki, görünen ya da gizliden yapılan zamlara karşı nasıl direneceklerini düşünürken, direnemeyeceklerini kabul eden pek çok veli de çocuğunu devlet okuluna alma telaşesinde.
İyi güzel de devlet okulu mu kaldı?
Birkaç yazı öncesinden değinmiştim, daha önce de defalarca yazdık, Bursa’nın şimdiden 5 bin derslik açığı mevcut diye.
Kulağıma gelenlere bakılırsa devlet okullarındaki yöneticileri çaresizliğe mahkum eden bir durum var ortada. Çocuğunu kapan devlet okulunun yolunu tutuyor ve bu durum anaokulundan liseye kadar fark etmeksizin böyle devam ediyor.
Oysa okulun kapasitesi belli. Bursa’da yıllardır yapılamayan okullar belli, Milli Eğitim Bakanının her üç ayda bir Bursa’ya gelerek açıkladığı müjdelerin içeriği bile belli ve bu müjdeler nedense hep müjde kapsamında kalıp icraatta geçemiyor bir türlü.
Eee… Nerede okuyacak bu çocuklar?
Aynı binada aynı okul müdürü ve mevcutla, sadece isimleri değiştirilerek yeni okul algısı yaratmakla çözülecek işler değil bunlar.
Bir de İmam Hatip okullarında ısrarcılık sürüyor. Sınıf mevcutları bazı yerlerde 20 ila 10 arasında değişen bu okulların sıklığı ciddi açmaz. Vatandaş tercih etmiyor, devlet ısrar ediyor, diğer okullarda yeterli sınıf yok.
Sonuç; çocuklar balık istifi gibi okumaya mahkum ediliyor ya da istemedikleri okullara gitmek zorunda kalıyorlar…
İşte sonunda olan oldu; kazan kaynadı…
Haşlanıyoruz hep birlikte…
Elimizden kokteyl bardağımız düştü, baya baya acı çeker olduk hem eğitimde hem de sağlıkta…
Bu iş kime hiç dokunmuyor, kimler özel eğitim ve sağlık hizmetlerinden memnun diye hala soruyorsanız hemen yanıt vermeye hazırım;
Elbette parası olanlara…
Eğitimin ve sağlığın bir nebze de olsa tercih edenler için özel olabilmesini anlarım. Bütçesi uygun olanlar daha lüks bir hizmet almak isteyebilir, bu normal. Ancak bunun özellikle Türkiye gibi alt ve orta gelir grubu yüksek bir ülkede yaygınlaştırılmasını asla anlayamam.
Zaten takıldığımız nokta da budur.
NOT: Bize zamanında öğretilenlere ve yaşadığımız gazetecilik tecrübelerine dayanarak şunu söyleyebilirim ki; basın mensupları toplantılara davet edilir ya da toplantılar basına kapalı yapılır ve toplantı sonrası açıklamalar alınır… Bu silsile hayli zamandır bozulmuş gibi görünüyor.
Şimdilerde uygulanan sistem şu; bir toplantı düzenleneceği zaman basın konusunda bilgisine güvenilen bir ya da birkaç kişiye ‘kimleri çağıralım’ diye soruluyor, alınan cevap üzerine de davetler yapılıyor. Haliyle bizler de davetli olmadığımız, yani istenmediğimiz yere gitmiyoruz.
İşin bu noktaya gelmesi belki de basın mensuplarının sayısındaki artıştandır. Bilemiyorum, ancak bu noktada benim de gazetecilik adına şöyle sorularım olacak;
Herkes kendisini destekleyenleri çağırırsa ya da danıştığı kişinin beğendiği gazetecileri toplantıya davet ederse bu işin objektif tarafı kalır mı? Gazetecilik objektiflik gerektirmez mi? Bütün toplantılara davet edilmeyi garantilemek için hep cicili bicili yazılar mı yazmak gerekir? Herkesi pohpohlarken, eksikleri görmezden gelirken, nasıl olur da mesleğin iyisi, sevileni, işini iyi yapanı, duayeni… olunur? Tersten düşünürsek eleştirel yazılar kaleme alan yazarlar görmezden gelinmeye mahkum mu edilmektedir? Eleştirel yazılar yazmayıp sevimli görünmeye çabalamak işimizin gereği haline mi gelmiştir?
Sanırım bu konuda en azından Bursa basını ile muhatap olanların şapkalarını önlerine alarak düşünmeleri gerekiyor biraz…