‘Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan’ deyip, ele geçirdiğim şu bir hafta on günlük siyaset boşluğunda siyasetten çok daha önemli olan yaşamsal meselelerimize değinme fırsatını değerlendiriyorum.
Bir türlü oturtamadığımız, belki de oturtamamaktan gizli bir memnuniyet duyduğumuz eğitim sistemimizin dönem ortasının da ortasında bir kez daha değişikliğe uğraması, üstelik bu kez çocukların önlerinde bulunan sınavları da etkileyecek olan müfredatın dönemin ortasının da ortasında değiştirilmesi gibi saçma sapan bir çabanın içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı…
Konuyla ilgili sürekli nabız yoklanıyor. Çünkü insanlar dişinden tırnağından artırarak okuttukları çocuklarının kendi küçücük emekli maaşlarına muhtaç halde evde oturduklarını, yeni tabirle ‘ev genci’ olduklarını görmekten fena halde bunalmış durumdalar.
Aslında Bakan Yusuf Tekin, küçük bir girizgah yapmış, eğitim sistemimizin çocuklarımıza çok ağır geldiğini, çocuklarımızın bundan sebep dünya ölçeklerinde başarısız sonuçlar aldığını, eğitim sistemimizin de aslında çok ağır bir sistem olduğundan yerlerde olduğunu söylemişti. Çözüm olarak da sistemin sadeleştirilmesi gerektiğinden bahsetmiş, fakat bu sadeleştirme için bir tarih vermemişti. En azından ikinci dönemin başına yetişeceğini umduğumuz sadeleştirme çalışmaları bakanlığın seçime yoğunlaşmasından mıdır bilinmez ikinci dönemin başına değil de ortalarına yetişecek gibi.
Tabii çocukların önlerindeki sınavlarda hangi konulardan sorumlu olacaklarına yönelik bir karmaşa içine girmeleri, sınavlardaki sorumlulukların yine saçma yığılmalara neden olacak biçimde sadeleştirilmesi gibi konular en son düşünülmesi gereken şeylermiş gibi davranan bakanlığın derdi tüm ölçme değerlendirmeleri sınavlarla yapılan çocuklar için kaygılanmak değil!
Bu kutsal görevi öğrenciler ve veliler olarak bizler üstlenmiş bulunuyoruz.
Çalışma ancak bitmiştir ve eğitim sisteminin öğrencisinden öğretmenine tamamı derhal bu sisteme adapte olmak durumundadır…
Yeni sisteme ve Bakan Tekin’in açıklamalarına göre ders saatleri ve müfredat değişiyor.
Ardından da muallak cümleler geliyor yine;
“Şimdi derslerde kazanım sayımız fazla. Haftalık ders saatimizi yetersiz buluyor öğretmenlerimiz. Hal böyle olunca öğrencilerimizin kazanımlarla ilgili çıktıları arzu ettiğimiz düzeyde olmuyor. Toplumun da arzu ettiği düzeyde olmuyor. Yani çocuk başarısız oluyor. Çünkü yaşının pedagojik gerekliliğinin üstünde bir kazanım yüklemeye çalışıyoruz. Çocuk başarısız…
Çocuk başarısız olduğu için otomatikman öğretmen de başarısız. O yüzden biz diyoruz ki; hem çocuklarımıza fazla yüklenmeyelim, alabilecekleri şeyi verelim hem de öğretmenlerimizin öğrencilere anlatması gereken şeyleri en iyi koşullarda anlatabileceği zaman aralarını kendilerine tanımış olalım.”
Bunca yıllık veliyim böyle saçma bir açıklamayı en abuk subuk veli toplantılarında dahi duymadım…
İlk çıkarımım konunun hala muallak olduğu yönünde.
Anlaşılan o ki, bizim eğitim müfredatının seyreltilmesi seçim sonrasına kalacak. Çünkü seçimden önce böyle bir kararın açıklanması beğenilen taraflarında artı puan toplarken, beğenilmeyen taraflarında eksileri beraberinde getirecek.
Seyreltilmeden kasıt nedir onu da merak ediyorum, çünkü uzun süredir sanat, spor, mantık ve felsefe gibi bir toplumu ileriye taşıyan alanlar zaten seyreltildi. Okullarda bu konularda doğru dürüst eğitim yapılmıyor malumunuz.
Bunun yerine başarısı sınavlarla ölçülen çocuklarımızın odaklandığı belli derslerin ağırlığı var eğitim sisteminde. Olmak da zorunda, çünkü çocukların geleceklerini bu derslerdeki sınavlardan elde edilen başarılar tayin ediyor.
Haaa… Siz diyorsanız ki, ben sistemi baştan yazacağım ve çocukları girdikleri iki üç saatlik sınavlarla sınamayacağım, o zaman iş başka…
O zaman da hangi dersler seyreltilecek diye sormak lazım? Matematik mi, fizik mi, kimya mı mesela…
Çok önemli noktalardan bir diğeri ise yeni seçmeli derslerin koyulacağından sıklıkla bahsediliyor olması. Bu derslerin hangi dersler olacağı bir yana, yakın geçmişte, kızımı kayıt ettirme sürecinde seçtiğimiz ‘uzay bilimleri’ dersini verecek öğretmen olmadığının, bunun yerine ‘peygamberimizin hayatı’ dersini seçmemiz gerektiğinin söylendiğini bugün gibi hatırlıyorum.
Günümüz dünyasına adapte olmak adına misal, ‘Yapay Zeka’ dersini kim anlatacak? Yoksa bu dersi seçenlere bunun yerine yine bambaşka bir ders mi önerilecek?
Seçmeli dersler sırf çeşit olsun diye listeye koyulan dersler olarak duruyor şimdilerde. Liste uzun, kabarık, fakat kayıt için gittiğinizde, okul idaresinin size yuvarlak içine aldığı ve genellikle din dersi öğretmenlerinin verebileceği konulardan oluşan dersleri işaretleyip çıkmanız bekleniyor. Yine benzeri bir iş yapacaksanız ki, bu ihtimal çok kuvvetli ben hiç almayayım…
Şunu da düşünmek lazım, 4+4+4 eğitim sistemi ne kadar verimli, işe yarar bir sistem oldu? 8 yıllık zorunlu temel eğitmen vazgeçip eğitimin 12 yıla çıkartılması bir işe yaradı mı? Amaç sınav odaklı eğitimden çıkıp yaşam odaklı eğitim diyerek pazarladığınız bu sistem gerçekten bizi hangi noktaya getirdi?
Soran, sorgulayan, araştıran, entelektüel birikime sahip bir yeni nesil istiyoruz, ama sosyal bilimler derslerini, sanatı, sporu adeta yok sayıyoruz. Karşılaştığı sorunlara çözüm üreten, el ve zihin becerileri gelişmiş üretken bir gençlik diyoruz, ama iş teknik derslerini tarihin tozlu sayfalarına itiyoruz, mesleki eğitimde köklü bir değişim yerine göz boyamalarla işi idare ediyoruz.
Öğretmen yetiştirme, atama ve kariyer sisteminde ciddi zafiyetler yaşanıyor, o düzeltileceğine, tam aksi söylenmesine karşın mülakat tartışmaları yüzünden bir arpa boyu yol alamıyoruz…
Öyle çok sorun var ki…
Fakat bence en önemli soru şu; eğitim işini ciddiye alıyor muyuz, almıyor muyuz?
Bize üretim bantlarında çalışacak donanımlı olmasına gerek görülmeyen ‘düğmeci’ler mi lazım, yoksa üretim bantları oluşturacak beyinler mi?
Önce buna karar versek ve açık yüreklilikle bunu topluma da söylesek her şey daha kolay olacak.
Mesela bu ülkenin anne babalarına, ‘çok sayıda çocuk yapın ki, bu sayede kalabalık ve ucuz iş gücü sağlayabilecek bir nüfusumuz olsun, bu nüfusa iyi eğitim vermeyelim ki, insanların büyük bölümü fabrikalarda bant usulü üretimlerde asgari ücrete çalışmaya mahkum olsun’ deyiverin olsun bitsin…
NOT: Şu koca Bursa’da çocuğunu devlet lisesinde okutmak isteyen velilerin bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az kaliteli okul bulabildiklerini ve bu okullara girmek için çocukların yüzde 3’lük bir dilimin içinde yer almak zorunda kaldıklarını, yine Bursa’da yabancı dil hazırlığı olan tek bir lise olduğunu hatırlatmak isterim. Burası ülkenin dördüncü büyük kenti…