Çok değil bundan 15, bilemediniz 20 yıl öncesine kadar üniversite mezunu olmak önemli bir fark yaratıyordu hayatınızda. Şimdilerde üniversite mezunlarının yüzüne bakan yok, hatta durum öyle bir hal aldı ki, üniversite mezunu olmayan, teknik lise mezunu olmuş ya da başka bir biçimde işinde ustalık belgesi almış çalışanlar için ‘ara eleman değil, aranan eleman’ unvanı layık görüldü.
Üniversite mezununun kıymeti unutulup gitti, ama aileler halen çocuklarının üniversite okuması için kan, ter ve gözyaşı üçlemesi ile çaba sarf etmekte…
Okuyamayan bin pişman, mezun olan on bin pişman, o misal yani…
Bir taraftan üniversite kazanmak için çabalıyor gençler, diğer taraftan kazandıkları okulun bir işe yaramayacağını düşünerek bırakma gayretine düşüyor… Sonra yine sil baştan… Yeniden hazırlan, başka bir bölüm kazan, biraz şansını dene, bakalım kısmetine ne çıkacak…
Çocuklar bunalıyor azizim…
Çocuklar geleceklerinden umudu kestikçe bize üzücü, hüzünlü haberler geliyor…
Geçtiğimiz günlerde yeğenimle yaptığım bir telefon görüşmesinde yine böyle üzücü, acı bir haber aldım… Hayatının baharında solmuş bir yaprağın yerel gazetenin üçüncü sayfasındaki tek spotluk haberinden anlıyorduk ki; içinde umutları tükenmiş, daha okurken eğime küsmüş, ne yapabileceğine ilişkin çaresizce bir karanlığın içine düşmüş gençlik halini arz ediyordu…
Elbette ‘emniyet güçlerinden alınan bilgiye dayanarak…’ diye başlayan haber bu ayrıntıları bildirmiyordu bize, ancak arkadaşının bir gazetenin üç beş gün içinde unutulacak sayfaları arasında kaybolmasını istemeyen yeğenim sevenlere yazılmış mektuptan iki üç satır ile özetledi durumu;
“Hiçbir şey yapacak motivasyonum kalmadı. Üretkenliğimi, azmimi, çalışkanlığımı, disiplinimi sürdüremiyorum. Kendime yeni şeyler katamıyorum. Bir işlevimin kalmadığını düşünüyorum. Bu hayatta benim için anlamlı, sahip olduğum tek şeyimi, akademik başarımı da kaybettim. Başkasına muhtaç olmadan, yük olmadan gelecekte yaşayabileceğim iyi, erdemli bir hayat beklemiyor beni. Ülkemden umudumu keseli çok olmuyor. Bununla yaşanabilir. Ama kendimden umudumu kestiğim an…”
Ne acı…
Gençlerimizin büyük bölümünün artık aynı duygular içinde olduğunu üzerine basa basa söylemeye gerek yok sanırım…
Eğitime ve eğitimli insana verdiğimiz önem ve kalite artmadıkça, bu negatif gidişatı pozitife döndürmek mümkün değil.
Önümüzdeki 20 yıllık perspektif çerçevesinde, ciddi bir insan gücü planlaması yapmadan ve üniversitelerimizi sil baştan yeniden yapılandırmadan, geleceğe emin adımlarla yürüyemeyiz.
Öyle her köşe başına üniversite açıp bu üniversiteden; işsizlik oranlarında bu okula giden gençler görünmesin, bu okula giden gençler sayesinde bölgenin ekonomisi canlansın, bu okullar sayesinde üniversite mezunu gençlerimizin sayısı artsın… gibi bir taşla kuş katliamı beklentiler içine girersek, hele hele bir de bu üniversitelere gerekli akademik kadroları atayamazsak, bahsettiğim adımlar ancak gençlerimizin üzerinde hunharca tepindiğimiz adımlar olur…
‘Gençleri eğitime küstürmek, bir ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür!..’ diyor eğitim yazarlarının duayen ismi Abbas Güçlü…
Gençlerimiz eğitime çoktan küstü…
20 yıl önce her şehre bir üniversite diye başlayan ve vatandaştan büyük alkış alan kalkışmanın ülkemizi bir üniversite kaosunun içine ittiğini artık görüyoruz sanırım…
Üniversite, fakülte, enstitü ve yüksekokullarda yaşanan hızlı niceliksel artış bazı avantajlar sağlamış gibi gözükse de son yıllarda niteliksel büyümenin getirdiği sorunlar daha fazla ön plana çıkmaya başladı. Bu sorunların başında bölümlerin alım yaptığı yüzdeliğin genişlemesi ve akademik anlamda üst sıralarda yer almayan birçok öğrencinin bölümlere yerleşmesi; bu öğrencilerin mezun olmasıyla mesleğe ilgisi, becerisi ve yeterliliği olmayan binlerce mezunun piyasada birikmesi dertlerimizden sadece bazıları…
Hızlı niceliksel artış ve beraberinde akademik kadro oluşturulmasında yapılan tercihlerdeki sorunlar; donanımlı, alanında uzman akademik personel eksikliği yaşanmasına sebep olurken, eğitim seviyesinin yerlere inmesine, yönetim sorunlarının ayyuka çıkmasına, bilimsel yayınların sayısının en sade anlatımla yetersiz kalışına neden olmuştur.
Tüm bunların yanı sıra öğrencilerin ODTÜ gibi ülkemizin tanınmış üniversitelerinde çoğunlukla seçmeli, zaman zaman da zorunlu derslerini alırken adeta bir olimpiyat yarışçısı gibi ders seçimi maratonlarına hazırlandıklarını, bilgisayar, tablet ve telefon üçlüsü ile aynı anda ders seçme alıştırmaları yaptıklarını hatırlatmak isterim.
Garip değil mi?
Ama gerçek…
Ortada öğrenci var, seçmesi gereken dersler var, zorunlu alması gereken dersler var, öğrenci seçimlerini yapmak için ekran başına oturuyor ve karşısında ‘bu dersin kontenjanı doldu’ ibaresi oluyor!
Sebep?
Belki akademik kadrodaki açık, belki eğitim salonlarındaki yetersizlik, ama illaki üniversitenin kapasitesinin çok üstünde öğrenci alma mecburiyeti…
Çalış, çabala, ülkenin iyi üniversitelerini kazan, sonra seçmen gereken dersi bile seçeme, bu üniversitelerde okurken dahi gelecekten ümidin olmasın…
Seçmeleri gereken dersleri seçemeyen öğrenciler çareyi bir önceki yıl aldıkları dersleri seçerek notlarını yükseltmek yolundan yürümekte bulmuşlar…
Gelecekten ümitleri tükenen öğrenciler nasıl bir çare bulur dertlerine…