Haftada en az bir tane Marmara Bölgesi’nde özellikle de İstanbul’da gerçekleşmesi beklenen depreme yönelik açıklama dinliyoruz uzmanlardan. Durumu küçümsediğim sanılmasın, hatta hatırlatmak isterim 6 Şubat depremlerinin hemen ardından İstanbul’dan daha ciddi bir deprem riski içerdiği söylenmişti Bursa’nın, yani demem o ki, durum bizim için daha da riskli…
Hal böyle büyük olunca, bu risklere karşılık vatandaşların mümkün olan en kısa sürede daha güvenli yapılarda oturmasını sağlamak için hızlı bir kentsel dönüşüm furyası başladı tüm Türkiye’de olduğu gibi Bursa’da da.
Fakat bir ayrıntıyı atlamışız gibi geliyor bana. Zaman zaman Akademik Odaların düzenledikleri toplantılarda da değinilen ve içerdiği tehlikelerden bahsedilen kimyasal maddeler meselesinden bahsediyorum.
Norm Haber’de konuk ettiğim Su Kolektifi üyeleri ile üzerinde konuştuğumuz önemli konulardan biri, sanayide kullanılan tehlikeli maddelerin depremde yaratacağı ölümcül risklerdi.
Hemen hatırladık elbette 1999 depremindeki en büyük tehlikelerden birinin günlerce söndürülemeyen TÜPRAŞ yangını olduğunu, depremden sonra yangın nedeniyle kirlenen 1.5 kilometrekarelik deniz hattından sadece 600 metreküp atık toplanabildi. Sonrasında biz toplanamayan atıklarla beslenen deniz canlılarını tükettik yıllarca…
Bir de AKSA fabrikasından sızan 6 bin 400 tonluk akrilonitrilin toprağa, denize ve havaya karışması konusu var. Normalde 176 yılda sızması beklenen miktarın bir anda doğaya karışması ile bölgede bitkiler kurumuş, balıklar, kümes hayvanları ve evcil hayvanlar ölmüş, insanlarda zehirlenme belirtileri görülmüştü.
Oysa bahsettiğimiz işlerin bir kuralı, kaidesi olmalı değil mi?
Sonuçta yaşamdan daha değerli neyimiz olabilir şu ölümlü dünyada…
Elbette gelişmiş ülkelerde sanayileşmenin kendi içinde kuralları var, işin ilginç yanı gelişmiş ülkelerde bir kural koyulduktan sonra ‘ne yapar da bu kuralın arkasından dolanıp işimi yine kuralsızca ve kendi lehime çözerim’ düşüncesinden uzak durarak doğrudan kurallara uymak da var.
Efendim, normalde olması gereken; yerleşim alanları ile sanayi bölgeleri arasında ekolojik tahribat ve deprem gibi doğal afetlerin de hesaplanması ile bir ‘sağlık koruma bandı’ oluşturulması ve bu bandın sınırlarına mutlak suretle uyulmasıdır.
Bizde yapılan nedir peki?
Önce genellikle ova bölgesinde tarlaların üzerine depo mahiyetli başlayan inşaatların kısa süre içinde fabrika binalarına dönüşmesi ve hemen ardından sanayi bölgesi olma yolunda adımlar atılması, sanayileşmenin önünün açılması adı altında hem tarım alanlarının tahribatına hem de herhangi bir kimyasal sızıntı halinde gıda maddelerine, dolayısıyla insan sağlığına etki edecek gelişmelere göz yumulması…
Daha durun, bu ilk aşama…
Bunun bir de devamı var. Şöyle ki; bahsedilen sanayi bölgeleri kurulduktan sonraki yıllarda daha ziyade siyasal yatırım olarak düşünülen imar afları, imar planı değişiklikleri, kentlerimizde ilgili kamu kurumları ve belediyeler tarafından yapılan değişiklikler derken, bir de bakmışsınız sanayi bölgeleri ile iç içe yaşıyoruz…
“Demirtaş, Ataevler, Özlüce, Nilüfer, Gürsu, Barakfakih gibi sanayi bölgeleri yerleşim alanları ile iç içe geçmiştir ve genellikle zemini sağlam olmayan alanlardadır. TÜPRAŞ gibi uluslararası normlarda bir tesis bile depremde bu kadar hasar alabiliyorsa; sanayi bölgelerindeki fabrikaları, doğalgaz çevrim santrallerini düşünmek dahi istemiyoruz!” diyor Su Kolektifi Üyeleri.
‘Bütün bunlar 1999 depreminden sonra düşünülmemiş mi?’ diye sorabilirsiniz. Ben sordum çünkü ve şöyle bir yanıt aldım;
“Aradan geçen 24 yılda bu konuda ne yapıldı diye araştırdık. Tehlikeli maddelerin otomasyona aktarılması konusunda karşımıza defalarca yürürlüğe girişleri ertelenen yönetmelikler çıktı. Örneğin; Kimyasalların Kaydı, Değerlendirilmesi, İzni ve Kısıtlanması Hakkında Yönetmelik (KKDİK Yönetmeliği) girişi için istenen analizler yüksek maliyetler içerdiği için analizlerini tamamlayıp kaydı yapılan tek bir yerli üretici olmadığını öğrendik. İşletmeler bu zorluğu serbest bölgeleri kullanarak aşmaya çalışıyor!”
Doğrusu beni hiç de şaşırtmayan bir yanıttı. Bu yanıta benzer pek çok örnek de sundular, sağ olsunlar. Hasılı kelam şunu demek istediler; ‘firma sahibi tıpkı çalıştırılması çok maliyetli olduğundan kullanmadığı baca filtreleri gibi bu işleri de yapmamanın yollarını buluyor.’
İçler acısı durumumuz şöyle de tarif edilebilir; şu anda muhtemelen Bursa’da hangi işletmede kaç ton hangi sınıftan tehlikeli madde var bunun bilgisine sahip olan ve şu teknolojik gelişmişlikle takır takır bu bilgileri önümüzü seri verecek olan kurum ve kuruluş mevcut değil!
Öneriler elbette anlık kaç ton ve hangi sınıfta tehlikeli maddenin nerede olduğunu belirleyebilecek otomasyon sistemlerinin kurulması; acilen sanayi bölgeleri ile yaşam alanlarının birbirinden uzaklaştırılması, sanayi tesislerinin uygun alanlara devlet teşviki ile taşınması, mümkünse sanayi alanları küçültülmesi ve kurulması planlanan yeni sanayi tesislerinden vazgeçilmesi…
Sıralaması bile güzel de işin bir de realite kısmı var.
Şimdi, biz sade vatandaşa dişini geçiren kentsel dönüşümün nasıl dönüşeceğini henüz tam ve doğru bulamamışken, kelli felli fabrika sahiplerine dişini geçiren bir sanayi dönüşümü yapabilir miyiz?