Darbeler ülkesi Türkiye, Avrupa Birliği adaylık sürecinin başladığı 90’lı yıllarla birlikte, gerek ülke içinde gerekse ülke dışında bir hukuk devleti görüntüsü verme zorunluluğu hissetti durdu yıllarca. İçe siner sinmez orası ayrı bir mesele, ama en azından böyle bir gayret vardı.
Sonradan anlaşıldı ki, öyle kolay değil gerçek bir hukuk devleti olmak, yargı dağıtmak, vatandaşı adil kararlar verdiğine ikna etmek…
Zaten bu konularda bir gayret de olmayınca, hep söylediğim gibi, önce kuralları koyan, sonra arkasından nasıl dolaşırız konusuna kafa yoran yurdum insanı, tüm dünyanın adalet diyerek başvurduğu kuralların uygulanma biçimini de kendine göre esnetmenin yollarını buldu.
Adliyelerde dönen dolaplardan tutun da yargıya müdahalenin ses kaydına kadar pek çok done çıktı önümüze son günlerde. Yapılan güven anketlerinde sonuncu sıralarda yer almasıyla ünlü Türk adaleti biraz daha darbe aldı bu iddialarla.
Sakın yanlış anlaşılmasın, iddiaların ortaya çıkması elbette ki önemli; ancak bizim ülkemizde böylesi iddialar bir mekanizmanın kendini toparlaması ve içindeki çürük elmaları ayıklaması için kullanılmaz. Daha ziyade iktidarın yapmak istediklerini yapmasını sağlayacak araçlar olarak hizmet verirler, hatta bunun için bir süre önce depolanıp sotede bekletilirler, vakti zamanı gelince piyasaya sürülürler…
Elbette Yasama, Yürütme ve Yargı dediğimiz üçlemedeki ayaklardan birini alaşağı etmek bu kadar kolay işleyen bir süreç değil. Bir de Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki krizi eklemek lazım geliyordu bu karmaşaya.
Malumunuz o konuyu da eksik bırakmadık.
Uzun yıllar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararları uygulamaktan imtina eden ve bu kararlar doğrultusunda davacılara dünyanın tazminatını ödeyen Türkiye, ciddi bir çaba ile bu handikabın önüne geçmenin yollarını aradı, nihayetinde ‘yerli ve milli AİHM’ olarak da adlandırabileceğimiz, kısmen de olsa onun yerine geçecek, en azından milletin gazını alacak, bir formül buldu.
2012’de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılmasının ana sebeplerinden biri tam olarak budur kanaatimce.
Belki bu çözüm sayesinde AİHM’e yapılan başvurular azaldı, ancak bu kez de Anayasa Mahkemesinin önünde birikti dava dosyaları, çünkü sorun, yani hak ihlalleri ortadan kalkmadı sadece bu ihlallerin çözüm odağı değiştirildi. Sorun tam olarak ortadan kalkmayınca da AYM hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hem de Anayasa’nın gerekleri doğrultusunda hareket etmek zorunda hissederek mevcut siyasi iktidarın hoşuna gitmeyecek kararlar almaya başladı bulduğu boşluklarda.
Yargının tüm mercileri üzerinde tam bir hakimiyet kuran, göz önünde yargıya parmak sallayan hükümet için bu çatlağın varlığı artık kabul edilemez hale geldi ve nihayet müdahale etmek için koşullar yaratıldı.
Şimdi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve Yargıtay Başkanlığı’nın AYM ile tartışmaları sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamaları destekleyen beyanları ile AYM’nin yetkilerinin azaltılması, bireysel başvuruda yeniden yargılamanın yolunu kapatacak bir düzenlemenin yapılması var gündemde.
AYM’nin işlev dışı kalması ile birlikte AİHM yollarına düşecek yine yüce Türk adaletinden umduğunu bulamayan dava dosyaları…
Burada da bir umut 20-30 yıl süren dava sürelerinden yararlanarak aradaki zamandan kazanmak olabilir diye düşünüyorum.
Aynı zamanda bize ne olacağının da tablosunu şöyle bir çizmek lazım. Hükümetin Anayasa Mahkemesi’nin yapısında değişiklikler yapma girişimi ülkeyi daha da içine kapalı bir hale getirirken hesap verilebilirlik ve şeffaflık açısından artık sınıfta kalmamız gibi bir durum da ortadan kalkacak, zira tüm bu kavramlara veda edeceğimizden sınıfta kalma olmayacak…
Şimdi bu siyasi anlayışla yola çıkılarak yeni bir Anayasanın hazırlanması gerekliliği de getiriliyor karşımıza yeni gündem maddesi olarak. Daha önce de belirttim ve 1980 döneminde yapılmış, bir darbe Anayasası olarak karşımızda duran bu metnin yenilenmesi elbet gerekli, fakat benim önerdiğim yol daha insan haklarına sahip çıkan, bireye daha saygılı, birlikte yaşamaya ve her türlü adil paylaşıma daha çok kıymet veren, tüm bunların savunucusu bir anayasa iken; karşımıza çıkacak olan resmin bu talepleri karşılamayacağı çok aşikar…
Sözün özü, mevcut rejim açısından hukuk devleti görüntüsü vermek dahi yük haline gelmişken içinde bulunduğumuz ekonomik darboğazın nasıl bir çözüm bulacağı sorusu ile baş başa kalmış durumdayız.