Yasemin Güler
Yasemin Güler
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

Ölümün siyaseti mi olur!

Gündemi deprem ekseninden kaydırmak mümkün değil bugünlerde. Zaten böyle bir niyetim de yok, hatta depreme karşı ne kadar tedbirsiz olduğumuzun altını sürekli biçimde kırmızı kalemlerle çizmekten yorulmuş bir yazar olarak iyice didik didik edesim var meseleyi.

Fakat işin bu didik didik etme kısmına gelindiğinde, yetersizliklerin, yapılmayan ya da yapılamayanların listelenmesi icap olduğunda, karşımıza şöyle bir söylem çıkıyor; “Bu işe siyaset karıştırmayın!”

Ben de diyorum ki; “Ölümün siyaseti mi olur!”

İşimiz eleştirmek, eksikleri ortaya koymak, yapılanların daha da iyi olması için çabalamaktan ibaret. Unutmayın ki; gazetecilik mesleği alkış tutmakla bir arada düşünülmeyecek mesleklerden! Tıpkı hukukçuların, kimsenin önünde düğme iliklememe, başını eğmeme hali gibi bir hal…

Biliyorum, siz son dönemlerde, gazeteciyi övgüler düzen kişi, hukuk insanlarını da düğmesiz cüppesini iliklemeye çalışan olarak hatırlıyorsunuz, ama işin aslı tam da benim belirttiğim gibidir.

Eksikleri anlatmanın işe siyaset karıştırmaktan farklı olduğunun altını yeterince çizdiysek konumuza dönelim hemen ve sabah saatlerinde bir dostum vasıtasıyla gördüğüm, T24’ün gündeme taşıdığı açıklamadan kesitler sunalım size.

“Türkiye yönetilemiyor ve yönetemeyen, yönetmesi mümkün olmayan bir mekanizmanın yönetiyormuş gibi yapması binlerce cana mal oluyor. Eğer bugün birilerin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin ‘milli birlik ve beraberlik’ nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız.

İçinde bulunduğumuz felaketle ilgili deprem bölgesinden aktarılanlara kulaklarımızı neden tıkamadığımızı pek güzel açıklayan bu cümlenin sahibi zannettiğiniz gibi bir muhalefet partisi mensubu değil.

Yukarıda alıntıladığım cümleler 1999 depremi sonrası Yeni Şafak gazetesine açıklamalarda bulunan AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’e ait. Aynı kişi bugün deprem bölgesindeki eksiklikleri dile getirmek isteyenler için; “Her türlü acı fazlasıyla mevcuttur. Gün birlik ve dayanışma günüdür!” diyor.

Katılmamak mümkün değil.

Evet, her türlü acı gerçekten de fazlasıyla mevcut. Çok doğru, gün birlik ve dayanışma günü…

Aynı zamanda gün depremzedelere, elleriyle enkaz kazarak sevdiklerine ulaşmaya çalışanlara kulak verme günü.

Devletin varlığı, gücü, imkanları konusunda kimsenin bir sorgulama içine girdiği yok. Zaten durum bir güç gösterisi durumu da değildir. Bunun zamanı hiç değildir. Burada önemli olan enkazın büyük bir hızla kaldırılarak enkaz altında kalanların kurtarılması, depremzedelerin yaşamsal ihtiyaçlarının hızla karşılanması, hastaların ve yaralıların ihtiyaç duydukları tıbbi bakıma hızla kavuşmasıdır.

Tüm bu saydıklarımın kim ya da kimler tarafından karşılandığının tartışılacağı bir durum yok ortada. Sürekli tekrarladığım ‘hızla’ kelimesi gerçekten de hayat memat meselesi olduğundan, kim ne yapmış buna bakılmaz.

Enkaz altında kalan için dakikalar önemlidir çünkü, tıbbi yardıma ihtiyacı olanlar için saatlerin büyük kıymeti vardır. Yaşamı devam ettirmek ve yardıma katılmak için gerekli düzenin kurulması en geç bir gün içinde halledilmesi gereken konudur.

Tüm bunları kimlerin yaptığına bakılmaz, ama kimlerin yapmadığı çok önemlidir unutmayalım!

Vatandaş yanında gördüğüne teşekkür eder ve yoluna devam eder, yanında göremediğini ise o acıyla bir ömür unutmaz!

1999 depremini Bursa’da yaşamış, depremde hasar alan pek çok bölgede aktif görev yapmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki; bundan sonra sadece mucizeleri bekleyeceğiz ülke olarak. Enkaz altında kalanlar için en kritik süre 48 saattir. Sonrası, mucizedir…

Şiddetli bir depremin neler yapabileceğini öğrendiğimizi düşündüğüm 24 yılda yapılması gereken en basit şey deprem anında hangi illerin hangi illere nasıl bir düzen içinde yardıma koşacağına dair planlama idi. Tıpkı itfaiye gibi deprem yardım ekipleri hızla organize olup komşu illerden gelerek deprem bölgesinde çalışmalara başlamalıydı.

Oldu mu?

Vatandaş bağırıyor; ‘İki gün kimse gelmedi’ diye.

Demek ki, olmamış!

Yine sınıfta kaldık ve her sınıfta kalışımız on binlerce insanın canına mal oluyor!

Bu yazının başında Ömer Çelik’in 1999 depremi sonrası açıklamaları ile yaptık açılışı. Kapanış da durum tespitini çok başarılı bulduğum Çelik’ten gelsin;

Depremin ilk saatlerinde ortada olmayan ‘devletlu’ zevat, aradan saatler geçtikten sonra her köşe başından başlarını uzatıyor. İş yapmak adına bildikleri tek şey, açıklama yapmayı kesintisiz bir biçimde sürdürmek. Yapılan işlerin ne kadar beceriksizce yapıldığını tespit edenlere görünürde kırgınlık ifade eden ‘yetkililer’ el altından da gözdağı veren bir tutumu, devletin âli menfaatlerini korumanın tek göstergesi gibi sunmanın gayreti içindeler. Oysa tek görevi âli toplumun hayat hakkını korumak olan devlet, tam bir şaşkınlık içine düşerek toplumu büyük bir felaketle baş başa bıraktı. Kırılan gururunu tamir etmek kaygısından arta kalan kırıntıları enkaz kaldırma ve kurtarma faaliyetlerine dönüştürmeye çalıştığında ise iş işten çoktan geçmişti…”

HABERLER