“vakit nakittir, havayolunu tercih ediniz…”
Türk hava yolları, Türkiye’deki serüvenine bu sloganla başlayalı kırk yıl olmuştu. havacılık sektörü tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de altın çağındaydı ve artık küçük kapasiteli olanları yerine çok motorlu, karmaşık mekanizmalı, dev yolcu uçakları semalarda boy göstermeye, uzakları yakın etmeye başlamıştı.
dönemin en revaçta olan uçak modeli, Amerikan menşeli douglas mc donnell firmasının piyasaya sürdüğü dc-10 idi. 400’e yakın sayıda yolcu taşıyabilmesi dolayısıyla bütün havayolu firmalarının rağbet ettiği bu uçaklardan üç tanesini de 70’lerin başlarında türk hava yolları satın almış, bunlara ülkemizin en büyük üç şehrinin adlarını vermişti.
dc-10, yolcu kontenjanının fazlalığı ve ilginç teknik özelliklerinin yanı sıra bagaj kapısının içeriden dışarıya doğru açılması itibarıyla da diğer uçaklardan ayrılıyordu. üstelik kapının hassas bir kilit düzeni vardı ve kapatılırken aşırı zorlanması, kilitlenmeyi sağlayan demir menteşelerin zarar görmesine sebebiyet verebiliyordu. dahası, uçağın kontrolünü sağlayan ve hayati önemi haiz hidrolik sistemler de bagaj kapısına yakın konumda dizayn edilmişti. bu kapağın uçak havadayken açılması, sistemlerin devre dışı kalması ve dolayısıyla uçağın düşmesi gibi bir felaketle sonuçlanabilirdi.
rizikoya dikkat çeken ilk ciddi işaret, 1972 yılında Amerika’dan geldi. windsor-detroit seferini yapan bir dc-10, bagaj kapısının ani basınç değişimiyle açılıp kopması sonucu düşme tehlikesi atlatmış, yolcu sayısının azlığı, uçağın yükünün hafif oluşu gibi avantajlar sayesinde kaptan pilot, uçağı sorunsuz yere indirmeye muvaffak olmuştu. kaza akabinde yapılan araştırmalar, bagaj kapısındaki tasarım yanlışlığını doğrulayınca yetkililer, üretici firma douglas mc donnell’i uyarma cihetine gittiler. telkin mahiyetindeki bu uyarılar arasında bagaj kapılarının değiştirilmesi de bulunmaktaydı; ama buna kulak verilmedi. 1972’deki kaza, istatistiklere bile geçmeyecek bir olay, kaideyi bozmayacak bir istisna nevinden addolunarak dc-10’lar patlamaya hazır bir bomba eşliğinde seferlere sürülmeye devam edildi. bir mart günü başka bir dc-10, Paris semalarında infilak ettiğinde iş işten geçmiş olacaktı…
o pazar sabahının kör karanlığı henüz aydınlığa kavuşmamışken Ankara’nın Kırıkkale ilçesinde hüzünle karışık bir telaş vardı. bursa iktisadi ve ticari ilimler Akademisi’nde okuyan dayım, liseden çok samimi olduğu bir arkadaşını Esenboğa Havaalanı’ndan diğer okul arkadaşlarıyla beraber yurt dışına uğurlayacaktı. uçağın kalkış saati bir hayli erkendi ve Kırıkkale’ye çok uzak mesafede bulunan havaalanına gitmeleri için şafak sökümünde yola çıkmaları gerekiyordu.
bahtsız yolcu, henüz on sekizindeydi… üniversite imtihanında başarılı olamayınca Londra’da ekonomi tahsili yapma kararı almıştı. bineceği uçak, 3 mart 1974 pazar günü Ankara-İstanbul-Paris güzergahını izleyip Londra Heathrow Havaalanı’nda seferini sonlandıracaktı. dayım ve arkadaşları, bu güzel ve zarif kızı Esenboğa’dan beyaz balıkçı kazağı ve kırmızı, ekose pantolonu eşliğinde uğurlamışlardı. üniversite giriş sınavında başarılı olamamışsa da lisede çok parlak bir öğrenciydi. edebiyat kolunun gözdesiydi. Paris, nicedir görmeyi arzuladığı bir şehirdi ve o’nu birkaç saat sonra bir daha dimağından geri göndermemek üzere bağrına basacaktı…
THY’nin dc-10 Ankara uçağı, Esenboğa’yı terk ederken dayım da Kırıkkale’nin yolunu tutmuştu. tatil günüydü ve eve döner dönmez bir duş aldı. sonra da tek kanallı, siyah-beyaz ekran karşısına geçip dönemin meşhur spor-magazin programı Tele-Pazar’ı izlemeye koyuldu (o yıllarda ergenliklerini yaşayan meslek büyüklerim Tansu Polatkan ve rahmetli cenk Koray’ın sundukları Tele-Pazar’ım hatırlarlar).
saat 15:30 sularıydı ve TRT, apansız yayın akışını durdurarak haber merkezine bağlandı. sunucunun telaşını yansıtmamaya çalışan bir vakarla “Türk hava Yolları’nın Paris Londra seferini yapan “Ankara” uçağı az önce Paris yakınlarında düşmüştür” mealindeki anonsuyla dayımın ayağa fırlaması bir oldu: “eyvah… bu, onun uçağı!!!”
ayrıntılar daha sonra gelmeye başladı. “Ankara”, yolcu almak için indiği Paris-Orly Havaalanı’ndan saat 12:30 sularında, çoğu İngiliz uyruklu 335 yolcu ve 12 mürettebat eşliğinde havalanmış, kalkıştan birkaç dakika sonra bagaj kapısının açılıp kopması sonucu, bugün Jean Jacques Rousseau’nun mezarının da bulunduğu Ermenonville Ormanı’na düşmüş; 347 kişiden kurtulan olmamıştı. yapılan tahkikat sonucunda uçağın kelimenin tam anlamıyla pisi pisine bir sebepten düştüğü, bu cümleden olmak üzere; bagaj kapısının zorlanmaması gerektiği yönündeki uyarıyı İngilizce bilmediği için okuyamayan Cezayir asıllı kargo görevlisinin abanarak kapatması neticesinde kapının tam kilitlenmemesinden facianın meydana geldiği saptanmıştı. tabii, asıl sorumlu iki yıl önceki musibete rağmen önlem almayan douglas mc donnell üreticileriydi ve lazım gelenleri yapmak, ancak bu trajediden sonra akıllarına geldi.
dayım palas pandıras kızın evine koştuğunda anne ve babanın halini tasavvur etmek zor değildi. kaza mahalli olan ormanda pek az sayıda kişinin yekpare cesedine ulaşılabilmiş, bazı yetkililer, kaza sonrası oraya gittiklerinde istifra etmemek için kendilerini güç tuttuklarını anılarında dile getirmişlerdi. yolculardan geriye kopuk organ parçaları ya da çoğu yanmış kişisel eşyalar kalmıştı. ailesi de ormanda kızlarından bir işaret aramaktaydı ve en nihayetinde onun uçağa binerken giydiği ekose pantolonun yırtık kumaş parçalarını bulup acılı anne-babaya teslim ettiler…
3 mart, böyle bir melodramın içinde saklıdır işte…
YORUMLAR